Edebi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Edebi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

3 Ocak 2021 Pazar

Hoş Geldin 2021!

Nasıl geldiğin konusunda çok bir bilgim yok ya da umursamıyorum; ama geldiğin için teşekkürler sevgili 2021. Çünkü ben de dahil bütün insanların senden aşırı fazla umudu var. Malum, 2020 yılı ilginç(!) bir yıl idi.

20'lik dişimi aldırarak girdim yeni yıla. 1 hafta beni ağrısından öldüren bir diş düşün Blog. Hatta şöyle görselini de ekleyeyim de hatıra kalsın. Görselde yan yatmış şekilde duran dev bir diş var. Heh, o benim 20'lik dişim oluyor ve şu anda yok ağzımda. Sanırım yok, ne olduğunu bilmiyorum, ama cerrahi bir operasyonla adeta "yontularak" alındı o diş. Şu anda alınmayı bekleyen dikiş ipleri var ağzımın bir tarafında. Yeni yıla bir diş eksik girdim; ama çok şükür en değerli varlıklarım hayatımda. 🌿

2021 yılı için olan hedeflerimi geçen ay belirlemiştim. Buraya not almak yerine bu sefer direkt uygulamaya başladım. Geçen hafta bir önizleme şeklinde deneme yaptım. Pazartesiden itibaren de kesin şekilde başlıyoruz Blog.

Çok garip bir yıl oldu 2020. Yine de geçmişe dönük bir değerlendirme yapasım hiç yok Blog. Artık geçmişi sürekli irdelemekten yoruldum. Geleceğime dönük şeyler yapmaya başlama zamanım geldi; ama daha çok yaşadığım an'ın kıymetini bilmeliyim.

Bir tane Hitit duasına denk geldim geçen günlerde. Bunu uygulamalıyım dedim kendi kendime. O yüzden buraya da bırakarak senden sakince uzaklaşıyorum sevgili Blog.

"Tanrım,
beni yavaşlat.
Aklımı sakinleştirerek kalbimi dinlendir…
Zamanın sonsuzluğunu göstererek bu telaşlı hızımı dengele…
Günün karmaşası içinde bana sonsuza kadar yaşayacak tepelerin
sükunetini ver.
Sinirlerim ve kaslarımdaki gerginliği, belleğimde yaşayan akarsuların
melodisiyle yıka, götür.
Uykunun o büyüleyici ve iyileştirici gücünü duymama yardımcı ol…
Anlık zevkleri yaşayabilme sanatını öğret; bir çiçeğe bakmak için
yavaşlamayı, güzel bir köpek ya da kediyi okşamak için durmayı, güzel bir
kitaptan birkaç satır okumayı, balık avlayabilmeyi, hülyalara
dalabilmeyi öğret…
Her gün bana kaplumbağa ve tavşanın masalını hatırlat.
Hatırlat ki yarışı her zaman hızlı koşanın bitirmediğini, yaşamda hızı
arttırmaktan çok daha önemli şeyler olduğunu bileyim…
Heybetli meşe ağacının dallarından yukarıya doğru bakmamı sağla.
Bakıp göreyim ki, onun böyle güçlü ve büyük olması yavaş ve iyi
büyümesine bağlıdır…
Beni yavaşlat Tanrım ve köklerimi yaşam toprağının kalıcı değerlerine
doğru göndermeme yardım et.
Yardım et ki, kaderimin yıldızlarına doğru daha olgun ve daha sağlıklı
olarak yükseleyim.
Ve hepsinden önemlisi…
Tanrım,
bana değiştirebileceğim şeyleri değiştirmek için cesaret,
değiştiremeyeceğim şeyleri kabul etmek için sabır,
ikisi arasındaki farkı bilmek için akıl ve
beni aşkın körlüğünden ve yalanlarından koruyacak dostlar ver…"

Hoş geldin tekrar 2021 ve Blogumla birlikte olan 13. yılımız... 😇

12 Mayıs 2016 Perşembe

Arif olan anlar...

Biliyorum, oradasın. Hissediyorum bunu. Göremesem de yüzünü, duyamasam da sesini; dokunamasam da ellerine, yüzüne, kalbine... orada olduğunu biliyorum. Sen de merak ediyorsun ne yaptığımı, nasıl yaşadığımı, ne yiyip içtiğimi... Arif olan anlar çünkü. Sen de çoktan Arif oldun oysaki. Bunu kendine itiraf etmekten korkuyorsun sadece.

Ellerini uzatsan, güzel sözlerini savursan yüzüme gül yaprakları misali... Söz veriyorum geriye adım atmayacağım. Tekrar tekrar yaşanmasın kötü duygular diye oracıkta oturup ağlayacağım seninle.

Denemeden bilemezsin. Biz sanki denemeden bildik gibi oldu, değil mi? Bilemeyeceğiz belki de hiç. Belki de sonunu bile bile başka hikayelerin kahramanları olmaya çalışacağız. Sonradan tekrar dönüp ah keşke diyeceğiz. Biraz kalbimiz ağrıyacak. Beni O'nsuz bıraktın diye sitem edecek belki de o da.

Korkuydu gerçekten her şey. Birbirimize öyle yakın ve öyle uzaktık ki... Korku ve Cesaret gibiydi sanki isimlerimiz. Oysaki ne ben düşündüğün kadar cesaretliydim ne de sen düşündüğüm kadar korkak...

Biliyorum, burada değilsin, orada değilim. Yaşıyorum bunu. Göremesem de ne kadar yıprandığımı, göremesem de ne kadar üzgün olduğunu... anlıyorum. Çünkü Arif olan anlar...

12 Ekim 2013 Cumartesi

Belki de


"Hoş geldin eve, Can. Nasıl geçti günün?"


"Bütün gün iş arayıp durdum; ama ben gibi birine 
kimsenin ihtiyacı olmadığını duydum sürekli. 
Yeteneklerim çok fazlaymış hepsi için... 
Nedir dertleri anlamıyorum. Sanki yüksek bir 
maaş istiyormuşum gibi hepsinin tepkisi. 
Anlayacağın, bugün hiç iyi geçmedi İpek. 
Umarım senin günün benimkinden daha iyi geçmiştir."

"Ben... bütün gün evdeyim Can. Annem aradı sabah. 
Babam daha da rahatsızlanmış. Belki son günleri 
olabilirmiş. Beni çağırıyor onu görmem için... 
Ne yapmalıyım bilmiyorum. Sence çok mu kötüyüm babama karşı?"

"N'olur böyle düşünmeyi bırak artık. O senin, ne 
olursa olsun, baban. Bence annen haklı. 
En kısa zamanda gidip görmelisin. 
Bu senin son şansın olabilir İpek."

"Ben de tüm gün boyunca bunu düşündüm Can. 
Gitmem en doğrusu galiba. Günüm seninkinden 
iyi geçmedi anlayacağın. Elimizde fazla yiyecek 
kalmadı; ama bir şeyler hazırladım. Açsındır. 
Üstünü değiştir de mutfağa gel."

Ne kadar mutluyuz halimizden. Bir o kadar da mutsuzuz Blog. Yetmiyor hiçbirimize elimizdekiler. Doymuyoruz. Hep daha fazlası olsun diye tüm çaba... Bu akşam birine aynen şunu dedim: "Keşke tüm günümü alan bir işim olsa. Hiç vaktim olmasa, başımı kaldırmasam işimden. Böylece ne düşünecek bir dünyevi meselem ne de duygusal bir savaşım olur." Bekliyorum o yüzden. En doğrusu da bu sanırım Blog. Yoğunluk, meşguliyet. Yalnızlık...

Yalnızlık var yine Blog. Sessizce, her şeyi kabullenmeye başladığım bir yalnızlığım var. Fazla derin nefes alıyorum şu günlerde; ama iyiyim sanırım. Duygularımı nereye kaldırdığımı bilmiyorum artık. Mantığımı gözümün önüne getirmeye çalışıyorum sürekli.

Aklımda başka şeyler yazmak vardı aslında Blog. Sanırım vazgeçtim yine. Bazı konularda sanırım boşuna kürek çekip, direniyorum. 

13 Temmuz 2013 Cumartesi

Uyan

Kalk, uyan artık! diye bağrışmalar duydum,
Kulaklarımı sağır eden bir yakarış, belki bir çağrıydı.
Uyku, en iyi günümden daha da tatlı geliyordu o an,
İçimdeki üzgün soneye kulak verdim tüm umarsızlığımla.

Daha şiddetli duymaya başladım sesini.
Sanki "savaş bitti artık, geri dön" der gibiydi.
Kim uyanmak isterdi ki kaybedilmiş bir savaşa?
Daha sıkı sarıldım yastığıma tüm vazgeçmişliğimle.

Ağlama sesleri duydum, dayanamadım,
İçimdeki yangına karşı gelemedim.
"Söyle, dinliyorum" demek istedim bir anda.
Uyandım, gözlerimi açtım ve boşluğa bıraktım tüm korkularımı.

Aynada kendime baktım, saçlarıma, biraz da dudaklarıma...
Çok şey söylemek istedim kendime, yapamadım.

Biraz duruldum, sonra konuştum:
Islak gözlerimle rastladım tekrar sana, doğum günüme 9 gün kala...
Ne ben söyleyebildim ne sen dinleyebildin bugüne kadar.
Sustuk hep, vazgeçtik hep, kırıldık hep...
En kötüsünü yaşadık yıllarca: Yanıldık hep.

Doğum günüme az kaldı Blog. Ellerim titriyor. Bir sona daha yaklaşıyorum. Belki yeni bir başlangıç, belki daha da kötü bir son... Geçen seneki doğum günüme benzer bir sona yaklaşıyorum biraz. Belki böylesi daha iyidir Blog. Hayat bana duygularımdan vazgeçene kadar işkence edecek. Sanırım...

11 Mayıs 2013 Cumartesi

Gelecekteki Sevgiliye Mektup


Gelme sevgili. Beni duyuyor musun? Gelme.

Kalmadı içimde, güven duygusuna karşı en ufak bir inanç.

Sanma ki birlikte yapacağımız şeyleri düşler dururum. Hayal kuramıyorum artık eskisi gibi.
Gelme.
Yol yakınken, daha bir şey paylaşmamışken, dön geri.

Bakma gözlerimin içine sanki bir umut arar gibi. Tükettim hepsini senden öncekilerde.
Birazcık inancın varsa aşka, gelme.

Bırak beni kendi halime. Unut gitsin tüm gülüşlerimi. Hepsi birer yansımaydı belki de gördüklerinin. Vazgeç.
Sevemiyor bu kalp artık kimseyi. “Ben değiştiririm” duygusundan uyan ve anla tüm gerçekleri.

Gelme, yalvarırım.
Artık güçlü de değilim hiçbir şey için. Savaşamıyorum kendimle bile. Gelme ki tutunayım artık hayatıma, devam edeyim çıktığım bu yoldaki amacıma.

Gelme.
Sen unutmuş olsan da ben unutamam senin geçmişini. Böyleyim işte biraz, ben değil biz olunca, sadece geleceği değil; geçmişe de sahip çıkmaya çalışıyorum. Elimde değil…
Ben diğerleri gibi değilim. Olmadım, olamadım. Çok duydun bu sözleri belki de; ama inan benimkiler, belki duyduğun en masum olanları.

Artık düşünmek beni daha fazla yoruyor. Hayal kurunca, içimde bir yerler kanıyor adeta. Utanıyorum aynaya bakmaktan. “Bu umutsuz yüz benim olmamalı” diyorum.
Umut etmeye çalıştığımda yüzümün ıslanması keşke yağmurdan olsaydı diye geçiriyorum her defa içimden. Sonra yine keşke’yi alet ettiğim için daha da fazla üzülüyorum.

Gelme ne olur…
Bir kere daha üzülmeyi kaldıramam ben. Sana kolaydır belki üç kelimelik sevişmeler. Benim sözlere de inancım yok.

Gelme.
İstemiyorum hiçbir şeyi. Olacak güzellikler de sana kalsın. İstemem. Beri dursun gelecek mutluluk…
Eğer geleceksen de, beni öldür ki rahat edeyim. Canımı kendi ellerinle al.
Belki “ciğerlerine çektiği havayı bile kıskandı” derler, suçsuz çıkarsın…

Sen en iyisi gelme. Dön geri sevgili. Nasılsa sen de diğerleri gibisin.

Hoşça kal...

3 Aralık 2012 Pazartesi

Gelsen Yine

Gel ne olur!
Çok özledim seninle geçen geceleri,
Bana sarılmanı, korkusuzca öpüşmelerimizi çok özledim.
Bıraktığın gibi her şey içimde,
Ne ben silebildim ne de zamanın gücü yetti silmeye.

Gel, sabrım tükenmeden; umudum yok olmadan gel!
Çok isterim geçen her günümü ilk günümüz gibi yaşamayı,
Razıyım sadece bakışmaya, sessizce konuşmaya.
Tekrar hayal kurmaya, tekrar kavga etmeye, tekrar ağlamaya hasretim seninle.
Gel artık, yetmedi mi ikimizin de çektiği çile?

Senden önceki halimdeyim yine.
Bilemezsin ne git geller yaşadı bu yorgun yüreğim.
Beklemiyorum artık anlamanı, gel sadece.
Yine sahip çık duygularıma.
Kırma ama bu sefer.
Senin yüzünden olmasın ağlamalarım,
Senin için dökeyim gözyaşlarımı bir tek.

Ya da gel de bana!
Durma öyle hiçbir şey yaşamamışız gibi uzaklarda.
Hiç mi üzülmedin ayrı düşünce, ikimize, kendine?
Sanma ki gelip geçiciydi her şey.
Bil ki gecelerim leyla olmuş
Yangınına hasret yüreğim.
Yorma artık sen de.
Bir ses ver yüreğim yumuşasın
Ya da konuş de sabahlara kadar susmayayım...

19 Kasım 2012 Pazartesi

İ.S.T.A.N.B.U.L

Artık susmuyorum yarınlar için. Avazım çıktığı kadar bağırıyorum. Önüme gelen her taşa tekme atıp; ayağımın acısına sızlanmak yerine, üstlerinden atlıyorum her birinin... 

Şimdi konuşuyorum işte. Kelimeler tane tane çıkıyor beynimden, cümle olup; dilimde renklenerek yansıyorlar karşımdakilere. Bir coşku, bir tutku ile yele karışıyorlar...

* Çok istiyorum son başvurduğum işin olmasını. Gerçekten çok istiyorum. Ne yapsam ekstra diye düşünüp duruyorum; ama çok istiyorum. Blog, ben o işe gireyim n'olur. Fazlaca bunaldım çünkü birçok konuda. Herkes rahatça oturduğu yerden bir şeyler söylüyor/düşünüyor benimle ilgili; ama sadece 2-3 çok özel insan gelip dinliyor, yardım etmeye çalışıyor.

* KPDS sınavı da geçti Blog. Bu seneki gireceğim sınavların hepsine girdim. Sınavlar bitince yapılacaklar listesindekilere yarın başlasam iyi olacak.

* Hayat bir anda parlayıp; bir anda sönüyordu bugüne kadar; ama en sonuncu sönüşünden şimdiye kadar hiçbir parlama olmadı. Şu sıralar olacakmış gibi hissediyorum.

* İstanbul'daki en uzun geçirdiğim zamanı yaşamaktayım Blog. İ.S.T.A.N.B.U.L desem sen beni anlarsın...

18 Ekim 2012 Perşembe

Neden Ben'lerde Son Durum


Sabahlara kadar yazma isteği var içimde. Dışarıda yaşayamadığım her şeyi yazma arzusu var içimde. Gözlerim bozulana kadar, parmaklarım kopana kadar yazmak istiyorum. Litrelerce kahve tüketip; her türden müzikle beynimin hiçbir şeyi algılayamayacak duruma gelmesine kadar yazmak istiyorum. Beni anlayan bir kişi çıkana kadar yazmak istiyorum. Böyle deyince sonsuza kadar yazacakmışım gibi hissediyor oluşum da beni benden alıyor sevgili Blog.

Hedeflerim sürekli değişmiyor aslında. Ben mi sürekli değişiyorum? Hımm bence çevremdekiler sürekli değişiyor. Ya da dur, öyle değil. Ben daha iyi görüyorum çevremdekileri. Sahip olduğum tüm elektronik cihazların yeni özelliklerini keşfediyorum. Arkadaşlarımın normalde görmek istemediğim yanlarını görüyorum. Üzüntü ve sevinç arasında gidip geliyorum. Sessizce izlediğim durumlar da oluyor. Sinirlendiğimdeki ses tonumu kontrol ettiğim durumlar da oluyor. Gülüp geçtiğim durumların olmayışına kızıyorum biraz şu sıralar. “S*ktir et ya” diyemeyişlerim bazen beni de üzmüyor değil.

Önümde 1000’er sayfalık 2 adet kitap var. Ve 24 gün var. Başarı oranımın nasıl olduğu konusunda belki de kendimi sınayabileceğim en güzel 24 gün belki de bu. Hiçbir şey olmamışçasına böyle duruşlarım beni bile şaşırtmıyor değil.

2. iş görüşmemi de geçirdim Blog. Aslında ikinci iş görüşmemdeki iş için çok verimli olabildiğime inanıyordum; ama velhasıl “hayatta ne yapmaktan çok hoşlanırsın?” gibi bir soru yerine “metin yazarlığı konusundaki isteklerini bana hissettirebilir misin?” gibi bir soru sorulsaydı; daha anlaşılabilir bir “iş görüşmesi” geçirebilirdim. Zira kimseye “senin büyük bir acı yaşadığını görüyorum ben” gibi bir şey söylemek yerine başka türlü yaklaşabilirdi insanlar. Kelimeleri or*spu yapmaktansa onlara 13 yaşında olan ve kraliçelik tahtına hazırlanmakta olan bir leydi olarak yaklaşma taraftarı olmuşumdur hep. En değerli kavramlarımdan biri olarak gördüğüm şu kelimelere daha fazla değer veriyorum binlerce insandan. Yine de “boşver” diyebilecek kadar takmadığımı düşünüyorum.

Eski sevgiliye mesaj atma konusunda üstüme yoktur Blog. Eski sevgili verilen mesajı anlamadığı sürece yine yapacak bir şeyimin olmadığını görmekte de üstüme yoktur Blog. Zira cidden artık yapabileceğim her şeyi yaptığımı düşünerek sahneden ayrılıyorum.

İsveç ya. Sen ne güzel ülkesin öyle. Deniz kenarında soğuk bir hava. Yazları boğmayan bir nem. Sen ey güzel ülke, beni de alsana içine? Beni burada kimse anlamıyor. Ne ailem ne de iş görüşmesi sonucu bana iyi ve kötü gerçek hallerini gösteren arkadaşlarım.  “Çeken bilir” türünden birkaç derdim var. O dertlerime derman olur musun? Hadi bana bir güzellik yap. Lütfen.

Kahvem bitmiş Blog. Yenisini yapmak istemiyorum. Ya da yapabilirim bilmiyorum; ama yazımı sonlandırmak istiyorum. Üzgünüm. Ve üzgünüm kanserli birinin hikayesini paylaştığım için üzgünüm. Bütün derdimi dinlediğin için üzgünüm. Beni sorgusuz/sualsiz sevdiğin için üzgünüm… 

Buyrun hikayemize:


~~~~~*~~~~~~*~~~~~~*~~~~~~*~~~~~~*~~~~~~~

Kimsenin, kanser olduğunu bilmesini istemediği, birinin hikâyesini anlatacağım. Aslında o da bilmek istemezdi… Kim derdi ki bir kan tahlilinin o safhaya getireceğini işleri? Sessizce doktorun gözlerinin içine bakıyordu anlamsızca ve çaresizce. Kanser olduğunu öğrendiğinde öyle filmlerdeki gibi hayatı bir film şeridi gibi geçmemişti önünden. Sadece büyük bir boşluk vardı kafasının içinde. O sürekli dert yandığı kalbinde büyük bir sessizlik vardı. Sadece ağzını açabildi bir iki kelime söyleyebilmek umuduyla. Gözlerini bile kırpmıyordu. Doktorun “iyi misiniz beyefendi?” diye sorduğunu duyar gibiydi. Sonrasını hatırlamıyordu bile… Aynı kutup sessizliğinde hastaneden ayrılmış; cebinde ne kadar parası olduğunu bilmeden ilk bekleyen taksiyle eve gitmişti. Kapıyı çaldığında, annesi vardı karşısında. Ablasında geçirdiği zamanları anımsadı bir anda. Saçma sapan oradan oraya koşuşturmalarını hatırladı. Eve girdiğinde duş alma bahanesiyle banyoya gitmişti. Suyun altında ne kadar süre boyunca ellerine anlamsızca baktığını hatırlamıyordu bile.  “Yok olup gidiyorum “ diye düşünüyordu belki de. Kim derdi ki bir gün onca yaşanan şeyden sonra sonucun basit bir kanserli hücreyle kapısını çalacağını o fotoğraflarda gülümseyen kişinin…

Bir süre kendine acıdı. Üzüldü, ağladı. Sonra sustu. Belki de bundan sonraki rolü sessiz kalmak olacaktı hayatına devam ederken. Pislik bir dünyanın içinde minicik bir sevgi umuduna bile sahip çıkabilen bir kişi nasıl bir anda nefes almanın bile değersiz hale geldiğini hissedebilirdi ki derinden. Nasıl yatabilirdi geceleri artık? Yine eski sevgilisiyle bir yerde tekrar bir araya gelme hayallerini kurabilir miydi? Sabahları kalktığında tekrar diyete başlayıp; akşamları bulduğu tüm abur cubur şeyleri yiyebilir miydi? Aynı heyecanla bekleyebilir miydi her hafta etkileyici bir finalle biten Amerikan dizilerini? Şimdi ne yapacaktı?

Cevap veremiyordu artık hiçbir soruya; ama çok iyi bir yanını keşfetmişti: Çok iyi rol yapıyordu. Hiçbir şey olmamışçasına gülücükler atıyordu etrafına. Arkadaşlarıyla buluşuyor, aşkın bulunması zor bir şey olduğuna inandığını düşündürüyordu arkadaşlarına. Hayatla boğuşmaya çalışıyormuş gibi gösteriyordu kendini. Para kazanmak için oraya buraya iş görüşmesi diye koşuşturuyordu.  Kimse bilmiyordu kanser olduğunu. Kimsenin aklının ucundan bile geçmiyordu. Bir derdi vardı; ama anlayamıyordu kimse. Kendi yazdığı senaryoyu oynuyordu. Her şeyini anlayabilecek tek kişi olan annesi bile fark etmiyordu içinde olup bitenleri.
Henüz ileri seviyelere geçmemişti hastalığı. Doktor ona başka bir doktora da görüşmesini söylemişti; ama belki yeni bir tedavi yöntemi vardır ümidiyle. Çünkü çoktan tanısı koyulmuştu kanser olduğunun. O sadece ailesine ve çevresine daha fazla rahatsızlık vermemek için sessiz kalmaya çalışıyordu. Her şeyin gelip geçici olduğunu söyleyen kişilerin sesleri yankılanıyordu beyninde. “Ne kadar da haklıymışlar, keşke hiçbir şeye üzülmeseymişim; keşke şimdiki gibi rol yapsaymışım; keşke geçen onca yılımı daha dolu yaşasaymışım” diye düşünürdü geceleri yatağına yatmadan önce.

Geçmişteki anıları onu şimdi de yalnız bırakmıyordu. En büyük destekçisiydi belli ki. Yaşadığı ilişkiler, hayatına girmiş insanlar, kurduğu diyaloglar, gezip gördüğü yerler… hepsi ölüm korkusunu bastırmak istermişçesine aklının bir köşesinde, düşüncelerini rahatlatmak için uygun anı kolluyordu. Yine de ağlayamıyordu. Hiçbir şey onu ağlatmıyordu artık. Öğrendiği zamandan iki ay geçmesine rağmen bir kez olsun oturup saatlerce ağlamamıştı. Oysaki bir filmde aynı rolü yaşayan birini izlese yapacağı ilk şey ağlamak olurdu; ama kendi için bunu yapamıyordu. Sadece sessizce bekliyordu. Zamanı kolluyordu. Acaba ne zaman hastalığı onu yatağa düşürecek diye bekliyordu. O zaman anlaşılırdı her şey. Bir anda herkesin etrafında olduğu, herkesin yardım etmeye çalıştığı, üzüldüğü, ağladığı, sabahlara kadar dua ettiği zamanlar başlardı. O bunu istemiyordu. Kimsenin kendisi için daha fazla zarara girmesini istemiyordu. Bugüne kadar zaten insanları yorduğunu düşünüyordu. Bundan sonrası için sadece huzur istiyordu kendisi ve çevresindekiler için… Ettiği tek dua, olabildiğince ölüme yakın bir zamanda anlaşılmasıydı kanser olduğunun. Tedavinin sadece ömrünü 1-2 sene uzatacağını öğrenmesinden itibaren dilediği tek şey bu olmuştu…

Zaman onun için daha hızlı geçiyordu artık. Hiçbir şey onun içinde sönen ışığı tekrar aydınlatamıyordu. O da farkındaydı artık bir sona yaklaştığının. Şimdilerde yine aynı sessizlikle Azrail’in gelmesini bekliyordu. Hiçbir kimseye, hiçbir umuda tutunamıyordu. Kimseyle paylaşamıyordu hastalığını. O da biliyordu sihirli bir değneğe kimsenin sahip olmadığını. Bekliyordu. Neden seçilmiş kişinin o olduğunu anlamaya çalışıyordu. Bir gün ondan da vazgeçene kadar…

~~~~~*~~~~~~*~~~~~~*~~~~~~*~~~~~~*~~~~~~~

8 Şubat 2012 Çarşamba

Duygu Avcıları

Kaç kere yürüdüğümü hatırlamıyorum o yoldan; ama kaç yüzle konuştuğumu çok iyi hatırlıyorum. Her birine açtığım defteri kapatmaya çalıştıkça daha da çoğalıyormuş gibi hissediyorum onlara ait sayfaları. En sonunda dayanamayıp, kapaklarını kapatıp raftaki yerlerine koyuyorum. Ne var ki tozlanmasına bile fırsat vermeden tekrar açıyorum, tekrar aynı konuşmaları beynimde tekrarlıyorum, tekrar tüm acılarını çekiyorum kurduğum hayallerin. Ve tekrar rafa kaldırıyorum. Açtığım defterlerden ziyade kaybettiğim zamanın verdiği yorgunluğu taşıyamıyorum en çok. O kadar ağır geliyor ki bazen, umut ediyorum bir gün hafızamı sıfırlayabilme şansı verilir bana diye... 

Çok değil gördüğüm yüzler; ama duyduğum yüzlerin sayısını bilmiyorum artık. Arada kaldığıma yanıyorum kimi zaman da. "Ben de bir yüz olabilirdim." dediğimi çok iyi biliyorum defalarca. Konuştukça daha da büyüyormuş gibi oluyor üzüntülerim. Sonra farklı olduğumu kabul edip, onlardan biri olmadığıma inanıp, tekrar rafların önünde duran koltuğuma gömülüyorum. Müziğimi açıyorum öyle durumlarda. Sevdadan, ayrılıktan, duygulardan yakınan şarkı sözleriyle dans ediyor kendimi avutmalarım.

Her yeni güne, yepyeni bir umutla uyanıyorum. Öyle ki sanki yeni günle aradığımı bulacağım inancı beliriyor içimde bir yerlerde. Sonra öğlen oluyor, çevremdekilerin, yaşam tarzımın, elimdekilerin varlığını keşfediyorum adeta. Ne durumda olduğumu, ne konumda olduğumu farkediyorum tekrar ve tekrar. Sonra akşam oluyor. Hızlıca geçen bir karanlık zamandan sonra uyuma vakti geliyor bedenim için. O zaman tekrar gecenin en derin yalnızlığıyla buluşuyor hayallerim.

Her defasında aynı şeyi aradım durdum ben. Çok şey değildi istediğim. Veremediğim hiçbir şeyi istemedim hayattan, kişilerden, kavramlardan... Sonra dedim ki bu kadar hatalı bitişlere tek sebep ortamlar olamaz. Sonra hep uzak tutmaya çalıştığım "kişiler" nedeni oldu. Birden hatayı kendimde aradığımı gördüm ve yine dedim kendime "senin tek suçun onlar gibi olmaman". Evet, bencil miyim bu şekilde, diye de düşündüm. Yine benzeri bir sonuca vardım: Neden artık kendime haksızlık etmeyi bırakmıyorum?

Suçluları biliyorum. Kimin günahı olduğunu biliyorum. Ya da kimlerin cezalandırılması gerektiğini... Biliyorum, çünkü zamanın belli dilimlerinde o defterleri raflarından indirip; tekrar tekrar üzülen benim. Aynı hayalleri tekrar kurmama neden olanları biliyorum. Kimlerin duygu avcısı olduğunu biliyorum. Kimlerin, aslında gerçekten, mutlu olmadığını, olamayacağını, haketmediğini biliyorum. O yüzden susuyorum geceleri. Hayallerim karanlık bir odada birbirini kovalıyor işte bu yüzden. Sabahları güneş bu nedenle doğuyor, benim tekrar umutla uyanmam için. Belli ki beklemem gereken biri var, bunca şeye sabırla dayanmam, biri için oluyor demek ki.

Şimdi yine bekliyorum. Olmayınca olmuyor, biliyorum. Ben yine de uzun bir süre, olmayınca daha iyi oluyor, şeklinde yaşıyorum.

29 Ocak 2012 Pazar

Merhaba, merhaba, merhaba!

"Pardon, bakar mısınız, diye sorduğunda, sanki daha önceden hep aradığım huzuru içime işliyormuş gibi hissetmiştim o sesiyle. Arkamı döndüğümde, masumiyet ifadesini adeta yeniden tanımlayan bir gülümsemeyle bana bakan bir çift göze kenetlenmiştim. Bir süre yüzümde Vietnam savaşı etkisini koruduğumdan adım gibi eminim. İyi misiniz, diye tekrar sorunca kendime geldiğimi hatırlıyorum. Galiba o anda başlamıştı içimde senin için başlayan 3. Dünya Savaşı."

Evvet! Tam olarak 58 gün kaldı Dukan Diyeti sürecimin bitmesine. 122 günü geride bırakmış olmanın verdiği büyük gurur duygusuyla diyebilirim ki, insan istemekle hayal etmek arasında kaldığında ne kadar zaman kaybı olduğunu göremiyormuş. Yani bu fiziğe ulaşmayı hayal ettiğim zamanlar da olmuştu. Taa ki gerçekten istediğim zamana kadar. O zaman zaten 2009 yazının etkilerini tamamen geçirmiştim üstümden ve şu anki başarıma ve azmime ulaştığım uzun bir yola başlamıştım. O yüzden istediğimde ve inanç dolu olduğumda başardığımı gördüğüm en uç noktalardan biridir bu diyet hikayem. Ve biliyorum ki herkes bu kadar istikrarlı ve iradeli olamıyor diyet ve sağlıklı beslenme konusunda. O yüzden daha da anlamlı hala geliyor bu başarım...

Hala bu şehirde tıkanıp kalmış olmamdan ötürü mutsuzum biraz. Çünkü ailemin bana ihtiyacı var. Onların yanına gitmem gerekiyor; ama şu önümüzdeki hafta içinde okulla ilgili birkaç işimi halledip gitmeyi düşünüyorum.

Şu sıralar nasılım bilmiyorum Blog. Nasıl olmadığımı biliyorum yalnız. Mesela mutsuz değilim, stresli değilim, yalnız değilim, ekonomik anlamda iyi değilim, evet, gerçekten değilim. Bu mevzu böyle boğazıma kadar gelmiş durumda; ama çözüm için neler yapabileceğim konusunda bildiğim şeyler beni düşündürüyor. O yüzden zamana bırakıyorum kendimi ve cüzdanımı. Ya da kredi kartlarımı da bırakabilirim.

Şükür kelimesinin içime işlemiş olmasından yana hep mutlu olmuşumdur Blog. Bazen sonuçları beni üzse de biliyorum ki yukarda bir yerlerde benim hayatımın hayırlı bir şekilde yönlenmesine izin veren bir varlık olduğundan eminim. Ettiğim dualarda da hep karşıma iyi insanların çıkması konusu daha ağırlık oluşturmuştur. Son olanlardan sonra şundan daha çok emin oldum ki bir erkek kesinlikle 28 yaşında belli bir olgunluğa erişebiliyor ancak. Hadi bilemedin 26 olsun. Ben 23 yaşımdayım; ama tabiki çuvaldızı kendime de batırarak yapıyorum bu yorumu.

Şu günler de geçse, bahar gelse, yüreğime damla damla sevgi ve huzur girse. Başka ne isterim ki?..

11 Ocak 2012 Çarşamba

Kırmızı Elma

"...Tam çıkarken 'dur, gitme, yalvarırım! Sana çok ihtiyacım var!' diye bağırmıştı sevdiğine, yağmur ormanlarını anımsatan yemyeşil gözleriyle. O ise, önce bir duraksadı, sonra başını geriye çevirmeden çıkıp gitti evden. Sevgilisi gidince, sanki evin duvarları yıllardır hiç ses duymamışçasına, sarsılıyordu adeta genç kızın hıçkırık dolu ağlama sesleriyle. Günler haftaları, haftalar ayları kovaladı. Ve bir gün telefona gelen bir mesajla uyandı çimen gözlü güzel. Belki de ömründe aldığı en güzel haberi almıştı o mesaj ile: 'Çocukken altında oynadığımız elma ağacını hatırlıyor musun? Şimdi tam altında, seninle geçirdiğim en masum zamanlarımı hayal ediyorum tekrar. Zamana yenik düşmüş bir kalbin olduğunu bilsem de, en masum yanını gördüğüm için biliyorum ki yaptığın hata, telafisi olmayacak şekilde değildir. Haberini aldım sürekli arkadaşlarından geçen bu zaman içinde. Evden çıkmıyormuşsun. O en sevdiğin kafeye bile gitmiyormuşssun. Kilo almışsın, öyle dediler. Biliyorum, yalnızca moralin bozukken yemek yersin sen. Umarım yaptığın hatanın dersini almışsındır. Çünkü ben daha fazla sensiz zamanı harcayamam senin, gerçek aşkın değerini anlaman için. Çok özel olduğunu biliyorum içimde. En güzel yanını keşfeden kişinin ben olduğumu biliyorum. Sen de biliyorsun ki her sabah  işe giderken, benden başka kimse, çantana öğlen yemen için o sandivici hazırlamaz. Seni çok özledim...'"

Çoğu zaman kendimi anlamaya çalışırım gün içinde. Çünkü inanırım ki kendimi anlamayı başarabildiğim sürece insanları daha iyi anlayabilirim. Belki o yüzden biraz fazla obsesif derecede insan davranışları konusunda bilinçli hale geçmişimdir. Kendime göre yorumladığım zamanlar da oluyor tabiki başkalarının davranışlarını. Bazen önyargılı da yaklaşabiliyorum. Yine de genel olarak ele alıyorum karşımdakinin bana karşı davranışlarını.

Uzun bir süredir bazı konulardaki sessizliğimi bozmaya çalışıyorum aslında bir süredir. Daha doğrusu birileri zorla içimde bağırmaya çalışıyor o sessizliği bozmak için. Ben sessizliğimi korumalı mıyım yoksa ben de mi katılmalıyım bu duruma, bilmiyorum.

Farklı bir haldeyim bazı konularda. Artık birçok şey sanki benim için değilmiş gibi hissediyorum. Bir liselinin aşık olma heyecanı yok içimde. Sanki duygularımın olgunluğu ve bedenimin yaşı arasında 2 kat fark varmış gibi hissediyorum. O yüzden bazen sanki birileri gelip elimden tutup zorla koşturuyormuş gibi hissediyorum. Daha da soğuyorum her şeyden.

Kırmızı bir elma yedim bugün de diğer günlerde olduğu gibi. Böyle sert olanlarından değil, daha böyle yumuşak tatlı olanlarından. Pek sevmem aslında bu çeşit; ama almıştım pazardan geçen hafta. Yerken böyle yazmayı hissettirdi o kırmızı elma. Hayat biraz tatlı, böyle mayhoş bir şekilde. 2012 için ilginç bir başlangıç yapıyor olsam da final sınavlarıyla. Pek tat alacak gibiyim diyemem. Bu sene de yalnız geçirirsem herhalde artık iplerimi tamamen toplayacağım gibi duruyor.

Yine de umutlu muyuz 2012'den?
Eee, öhöm, kem, küm...

2 Ağustos 2011 Salı

Yalnızlık

Yoruldum ağlamaktan. Ağlarken vücudumun anlamsız titremelerinden,  kendime acımalarımdan, masumiyetimdeki saçma sapan hallerimden... Hepsi yükmüş gibi geliyor bana artık. Elimden bir şey gelmiyor hayatımı düzene sokmak için. Sanki büyük bir yarım eksikmiş gibi geliyor her sefer. Her attığım adımda dönüp arkama bakmaktan vazgeçmek istiyorum artık...

"Tamam, artık her şey yolunda" deyip, bir anda önemli bir şeyin eksik olduğunu hissettin mi daha önce? Hiç içinden "ben bu filmi onunla izlemeliydim" dedin mi? Ellerini ateşlerin içinde tutup; yine de buz gibi soğuk olduklarını hissettin mi? Gülümsemeni 5 dakikadan fazla tutabildin mi yüzünde? Sanki koca bir yalanı yaşıyormuşum gibi hissediyorum; yalnız, savunmasız, amaçsız bu dünyada... Yoruldum ben, anlıyor musun?..

Her pazartesi başladığım diyetler sanki 5 saniye içinde ayları geçirtmişçesine pes ettiriyor beni kendinden. Aynaya baktığımda gördüğüm kişinin ben olmadığına inanmak istiyorum, biliyor musun? Evin dışına çıkmak istemiyorum uzunca bir süredir. Dışarda geçirdiğim her saniye "acaba uzaktan bana koşarak gelir mi" diye hayal kurmakla geçiyor. Çok yoruyor bunlar beni, anlayabiliyor musun?

Senden sonra, eskisinden de çok düşünür oldum. Attığım her adımın saçma sapan ihtimallerini düşünür oldum. İnsanların selam verişlerine aptal anlamlar yüklemeye başladım senden sonra. Sanki beynimin içinde koca bir ordu savaş veriyormuş gibi hissediyorum. Kurtulmak istiyorum hepsinden. Hiçbir şeyi düşünmeden yaşayabileceğim bir dünyaya gitmek istiyorum. Yanıma sadece beni yaşamaya itecek bir kişiyi götürmek istiyorum. Uzak kalmak istiyorum hepsinden, hissebiliyor musun ne çektiğimi?

Seni sevmiyorum artık. Sana aşık değilim. Sen benim o kısa zaman zarfında bir ömürlük istediğim şeylerin özetini veren kişiydin sadece. Sen buydun, git artık benden uzağa! Senin her sessiz kelimen benim çığlık şeklindeki cümlelerime dönüşüyor. Hiç mi görmüyorsun çektiğim acıyı? Hiç mi farketmiyorsun, yüzüme yerleştirdiğim aptal gülümsenin aslında bana ait olmadığını? Bu kadar mi sevdin beni? Bu kadar basit miydi senin için? Sen haketmiyorsun benim tek bir damla gözyaşımı. Hiçbir zaman haketmedin aslında. Seni, sen yapan benim masum duygularımdı. En masum halimle yaklaşmıştım sana ben.Oysaki sen bunu hakeden en son kişiydin...

Şimdi, bendeki sana ait acıları al ve senin nefesinin karıştığı bir havayı çekmeyeceğim kadar uzağa git!

23 Temmuz 2011 Cumartesi

Hoşgeldin

Yüksek bir olasılık değildi seninle burada karşılaşmamız. Biraz daha zorlasak belki aynı apartmanda bile kalabilirmişiz demek ki. Şunu bilmelisin yine de, gözlerim her yerde seni arıyordu tam iki senedir. Nerelerdeydin diye sormaya çekindim seni gördüğümde. Cesaretim yoktu belki de. Belki de korktum yine benden kaçıp gidersin diye...

Sen yokken çok şey oldu diyemem. Ben, senin bende yarattığın boşluğu doldurmaya çalıştım sürekli. Neler neler denedim bilsen... Ama söyleyemem. Belki yine kaçar gidersin. Şunu bil yine de, çok korktum sen yokken. O kadar korktum ki bir daha kimseyi sevemeyeceğimi düşünmeye başladım. Çoğu zaman anlamsız ağlama nöbetlerine girdim yokluğunda. Hani nasıl derler, en sevdiği oyuncağı alınmış bir çocuk masumiyetindeydi döktüğüm gözyaşlarım. Hiçbiri seni geri getirmedi bana...

Çok özlemişim seni. Bunu daha uzaktan sesini duyduğumda anladım. Tekrar hayata dönmüş gibiydim adeta. Gerçekten, neredeydin? Hangi birinde kaldın? Sormadığım kişi kalmadı sanki. En alakam olmayan insanda bile aradım bazen seni... Yoktun. Sanki paramparça olmuştun da her bir parçan rüzgarla birlikte farklı şehirlere savrulmuştu.

Buradasın. Yine aynı şekilde çırpınıyorsun. Aynı masumlukta, aynı heyecanda, aynı ritimde. Ah! Cidden neredeydin? Hiç mi düşünmedin ne yapar ne eder bu çocuk diye? Hiç mi vicdanın sızlamadı? Çok yalnızdım sensiz, çok korunaksız, çok yabaniydim her şeye karşı. Yine de dönüşüne karşı olan mutlulugumu hiçbir kelime ifade edemez. İyi ki geldin, kalbim, iyi ki burasın. İyi ki yine sol tarafımda atmaya devam ediyorsun. İyi ki benimlesin...

Seni gerçekten çok özlemiştim ben.
Hoşgeldin...

25 Ağustos 2010 Çarşamba

Aşk, çoktan öldü aslında!

"Seni seviyorum" demekle, "seni" sevemezsiniz. Kolay degildir "seni" sevmek. Sevgi, karsidan karsiya gecmeye calisan yasli birine yardim etmek icin kendinizi hirpalayip; daha sonra da elde ettiginiz huzurun, yuzunuzdeki gulumsemesidir. Sevgi, "seni" icin gozyasi dokebilmektir; cunku gozyasi masumdur, temizdir, saftir. Sevgi de oyledir. Oyle olmalidir...

Sevgi iki dudak arasinda degildir. Sevgiyi bu sekilde anlayamaz kimse. Buldugunu sananlar, sahte olanini bulabilmislerdir ancak. Ve mahkumdur o kisiler omur boyu kandirilmaya, kendilerince ve baskalari tarafindan...

"Sana asigim" demekle, "sana" asik da olamazsiniz. Ask sevgi gibi degildir ki! Daha ustundur, daha baglayici bir adi vardir. Baska bir seydir "ask".. Tarifi mumkun degildir gercekten. Sahip olmasi da zor degildir oyle adi kadar... Zor olan kismi gerektirdiklerini yerine getirmektir. Ask, cok sey ister, "sen"den... "sen" yanlis bir sevgiyle basladiysa ask yolunda yurumeye, ne yazik ki ancak sevgide kalir "sen"in nefes alislari. Sen, "sen"i bir gul kadar basit goruyorsan, ne sen "seni" sevebilirsin; ne de o "sana" asik olur... Gul, guzel kokar, ozeldir; ama ask senin guzel kokmani saglar. Seni ozel yapar. Aradaki farki anlamamistir insanlar bugune kadar hic.

Insanlar... Onlardir her guzel duygunun katili! En buyuk suclusu onlardir. Onlar sevgiyi "seni seviyorum" kelimelerinde bitirir; aski "sana asigim" cumlesiyle yasadiklari gibi... Onlardir askin en nefret ettigi duyguyu cok iyi yasayan: bencildirler. Askin yanindan gecmemesi gereken seydir her bir sozu: yalan soylerler. Paylasmak nedir bilmez bile onlar, sevginin ne demek oldugunu bilemeyecek kadar kordurler: fedakarliklarini kaybetmislerdir...

Adem ile Havva'dir aski ve sevgiyi yasayan ilk ve son insanlar. Onlar insandan ustundur. Hatalari olmustur; ama degildir ki onlarin hatalari baskalarinin ilk hatasi... Onlar ilkleri yasamis en sansli insanlardir. Insan sifatini sonuna kadar hakeden 'ilk' insanlardir onlar... Onlardir safligi, masumlugu ve temizligi iclerinde barindiran...

O yuzden sevgi, huzura sahip oldugunuzda, yuzunuzdeki gulumsemedir artik sadece. Yani en masum seydir sahip olabileceginiz... Aşk... o coktan ölmüştür...