22 Ekim 2012 Pazartesi

Pazartesi, Oh Pazartesi!

Yalan Dünya'daki Nurhayat gibi "Aellaaahııııaaammm!" şeklinde bir 3-4 gün geçirmekteyim. Merak edilmesin hepsi, her dakikası hatta her saniyesi çok iyimser, çok pozitif, çok renkli ve çok tutkulu(!) olan bir zamanlar silsilesi bahsettiğim.

Mojito içtim. 20-10-2012 Allah sizi inandırsın, içerken fark etmedim de içtikten sonra yine saçma salak bir gülümsemeler, aptal aptal flört edasında konuşmalar dalgasına girince anladım ne kadar etki ettiğini. Zaten şekerli ve buzlu şekilde içilen alkollü içeceklerin etkileri böyle oluyormuş genelde. Güzeldi yani. İlginç bir hafta sonu idi, eğlendim bolca. Fark ettiğim şeyler oldu yine.

Ablamın doğumu var bu haftaki konularım arasında. Henüz ikinci kez dayı olmadım; ama muhtemelen yarın doğurması planlandığı için. Bir adet kız yeğenim daha olacak diye düşünmekteyim. Yani bu hafta dayı olma haftası. *alkış*

19 Ekim'den beri iyimserliğim hakim. Pozitif bir şekilde dolanıyorum; ama Pollyanna modunda değilim bu sefer. Çünkü o hallerim çok "kısa" sürüyor. Ve tamamen geçici/sahte tavırlar içinde. Şimdi iyiyim. Neden böyleyim diye sormuyorum. Çünkü sorasım yok, daha doğrusu sormakla zaman kaybetmek bile istemiyorum. Beklentiye girmiyorum o tarihten beri hiçbir şey için. Hiçbir şey: Beni özel hissettirmeyen, zamanımı çalan, değer verdiğini düşünmediğim, bana bir şey katmayan şeklinde tanımlanabilir. Aksi halde bir büyük hayalim var şu anda. Onu gerçekleştirmeyi hedefliyorum önümüzdeki zaman içerisinde. Bir yandan da rutin planlarım için çalışıyorum. Ha bir işe girip çalışsam daha iyiydi; ama eskisi gibi onun da etkisi altında ezilmiyorum. Yani zorlamıyorum, olursa çalışırım gayet güzel bir şekilde. Askerliğimi tecil ettirdiğim için rahatım bir anlamda. Öyle de denebilir. Bu yazımdan sonra da, 19 Ekim'den de sonra olduğu şekilde, hiçbir zaman, hiçbir şekilde hiçbir türdeki sorunumu birileriyle paylaşmama kararı aldım. Sebepleri ve sonuçları tamamen bende saklı.

Bir de geçenlerde bir mesaj aldım Facebook üzerinden. Bloguma ulaşmış biri, yazdıklarımı okumuş, beğenmiş. Sonra uzunca bir mesaj atmış Facebook profilime ulaşıp. Çok teşekkür ederim kendisine. Mutlu oluyorum ben bu şekilde aldığım mesajlardan dolayı. Çünkü bir yerlerde ben gibi düşünen birilerinin olduğuna inanıyorum; ama böyle seslerini duyduğum zaman inancım daha da pekişiyor.

Pazartesileri bir başlangıçtır. Psikolojik olarak hep bununla uyandık Pazartesi sabahlarına. Hani Pazartesi gününden nefret eden yığınla insan var. Haklılar da; ama bence pozitif başlarsak o şekilde devam edebiliriz. Ne olmuş paranız yoksa? Ne olmuş işiniz boka sardıysa? Ne olmuş lanet olası bir sevgiliniz yoksa? Ne olmuş sınavlarınız kötü geçiyorsa? Ne olmuş arabanızın ciddi bir hasarı var ve size yığınla fatura çıkardıysa? Ne olmuş bir yakınınızı kaybettiyseniz? Ne yapacaksınız? Oturup günlerce yas mı tutacaksınız? Ağlayıp sızlayıp; bir yerlerde kör olana kadar alkol mü içeceksiniz? Kendinizi, o kıymetli yüreğinizi uzak mı tutacaksınız dünyadan? Değer mi geçmişte olup bitmişler için şu anı ısrarla kötü geçirmeye? Değmez. Değmesin.

İyi haftalar bana, sevgili Bloguma ve bana ulaşan herkese!

18 Ekim 2012 Perşembe

Neden Ben'lerde Son Durum


Sabahlara kadar yazma isteği var içimde. Dışarıda yaşayamadığım her şeyi yazma arzusu var içimde. Gözlerim bozulana kadar, parmaklarım kopana kadar yazmak istiyorum. Litrelerce kahve tüketip; her türden müzikle beynimin hiçbir şeyi algılayamayacak duruma gelmesine kadar yazmak istiyorum. Beni anlayan bir kişi çıkana kadar yazmak istiyorum. Böyle deyince sonsuza kadar yazacakmışım gibi hissediyor oluşum da beni benden alıyor sevgili Blog.

Hedeflerim sürekli değişmiyor aslında. Ben mi sürekli değişiyorum? Hımm bence çevremdekiler sürekli değişiyor. Ya da dur, öyle değil. Ben daha iyi görüyorum çevremdekileri. Sahip olduğum tüm elektronik cihazların yeni özelliklerini keşfediyorum. Arkadaşlarımın normalde görmek istemediğim yanlarını görüyorum. Üzüntü ve sevinç arasında gidip geliyorum. Sessizce izlediğim durumlar da oluyor. Sinirlendiğimdeki ses tonumu kontrol ettiğim durumlar da oluyor. Gülüp geçtiğim durumların olmayışına kızıyorum biraz şu sıralar. “S*ktir et ya” diyemeyişlerim bazen beni de üzmüyor değil.

Önümde 1000’er sayfalık 2 adet kitap var. Ve 24 gün var. Başarı oranımın nasıl olduğu konusunda belki de kendimi sınayabileceğim en güzel 24 gün belki de bu. Hiçbir şey olmamışçasına böyle duruşlarım beni bile şaşırtmıyor değil.

2. iş görüşmemi de geçirdim Blog. Aslında ikinci iş görüşmemdeki iş için çok verimli olabildiğime inanıyordum; ama velhasıl “hayatta ne yapmaktan çok hoşlanırsın?” gibi bir soru yerine “metin yazarlığı konusundaki isteklerini bana hissettirebilir misin?” gibi bir soru sorulsaydı; daha anlaşılabilir bir “iş görüşmesi” geçirebilirdim. Zira kimseye “senin büyük bir acı yaşadığını görüyorum ben” gibi bir şey söylemek yerine başka türlü yaklaşabilirdi insanlar. Kelimeleri or*spu yapmaktansa onlara 13 yaşında olan ve kraliçelik tahtına hazırlanmakta olan bir leydi olarak yaklaşma taraftarı olmuşumdur hep. En değerli kavramlarımdan biri olarak gördüğüm şu kelimelere daha fazla değer veriyorum binlerce insandan. Yine de “boşver” diyebilecek kadar takmadığımı düşünüyorum.

Eski sevgiliye mesaj atma konusunda üstüme yoktur Blog. Eski sevgili verilen mesajı anlamadığı sürece yine yapacak bir şeyimin olmadığını görmekte de üstüme yoktur Blog. Zira cidden artık yapabileceğim her şeyi yaptığımı düşünerek sahneden ayrılıyorum.

İsveç ya. Sen ne güzel ülkesin öyle. Deniz kenarında soğuk bir hava. Yazları boğmayan bir nem. Sen ey güzel ülke, beni de alsana içine? Beni burada kimse anlamıyor. Ne ailem ne de iş görüşmesi sonucu bana iyi ve kötü gerçek hallerini gösteren arkadaşlarım.  “Çeken bilir” türünden birkaç derdim var. O dertlerime derman olur musun? Hadi bana bir güzellik yap. Lütfen.

Kahvem bitmiş Blog. Yenisini yapmak istemiyorum. Ya da yapabilirim bilmiyorum; ama yazımı sonlandırmak istiyorum. Üzgünüm. Ve üzgünüm kanserli birinin hikayesini paylaştığım için üzgünüm. Bütün derdimi dinlediğin için üzgünüm. Beni sorgusuz/sualsiz sevdiğin için üzgünüm… 

Buyrun hikayemize:


~~~~~*~~~~~~*~~~~~~*~~~~~~*~~~~~~*~~~~~~~

Kimsenin, kanser olduğunu bilmesini istemediği, birinin hikâyesini anlatacağım. Aslında o da bilmek istemezdi… Kim derdi ki bir kan tahlilinin o safhaya getireceğini işleri? Sessizce doktorun gözlerinin içine bakıyordu anlamsızca ve çaresizce. Kanser olduğunu öğrendiğinde öyle filmlerdeki gibi hayatı bir film şeridi gibi geçmemişti önünden. Sadece büyük bir boşluk vardı kafasının içinde. O sürekli dert yandığı kalbinde büyük bir sessizlik vardı. Sadece ağzını açabildi bir iki kelime söyleyebilmek umuduyla. Gözlerini bile kırpmıyordu. Doktorun “iyi misiniz beyefendi?” diye sorduğunu duyar gibiydi. Sonrasını hatırlamıyordu bile… Aynı kutup sessizliğinde hastaneden ayrılmış; cebinde ne kadar parası olduğunu bilmeden ilk bekleyen taksiyle eve gitmişti. Kapıyı çaldığında, annesi vardı karşısında. Ablasında geçirdiği zamanları anımsadı bir anda. Saçma sapan oradan oraya koşuşturmalarını hatırladı. Eve girdiğinde duş alma bahanesiyle banyoya gitmişti. Suyun altında ne kadar süre boyunca ellerine anlamsızca baktığını hatırlamıyordu bile.  “Yok olup gidiyorum “ diye düşünüyordu belki de. Kim derdi ki bir gün onca yaşanan şeyden sonra sonucun basit bir kanserli hücreyle kapısını çalacağını o fotoğraflarda gülümseyen kişinin…

Bir süre kendine acıdı. Üzüldü, ağladı. Sonra sustu. Belki de bundan sonraki rolü sessiz kalmak olacaktı hayatına devam ederken. Pislik bir dünyanın içinde minicik bir sevgi umuduna bile sahip çıkabilen bir kişi nasıl bir anda nefes almanın bile değersiz hale geldiğini hissedebilirdi ki derinden. Nasıl yatabilirdi geceleri artık? Yine eski sevgilisiyle bir yerde tekrar bir araya gelme hayallerini kurabilir miydi? Sabahları kalktığında tekrar diyete başlayıp; akşamları bulduğu tüm abur cubur şeyleri yiyebilir miydi? Aynı heyecanla bekleyebilir miydi her hafta etkileyici bir finalle biten Amerikan dizilerini? Şimdi ne yapacaktı?

Cevap veremiyordu artık hiçbir soruya; ama çok iyi bir yanını keşfetmişti: Çok iyi rol yapıyordu. Hiçbir şey olmamışçasına gülücükler atıyordu etrafına. Arkadaşlarıyla buluşuyor, aşkın bulunması zor bir şey olduğuna inandığını düşündürüyordu arkadaşlarına. Hayatla boğuşmaya çalışıyormuş gibi gösteriyordu kendini. Para kazanmak için oraya buraya iş görüşmesi diye koşuşturuyordu.  Kimse bilmiyordu kanser olduğunu. Kimsenin aklının ucundan bile geçmiyordu. Bir derdi vardı; ama anlayamıyordu kimse. Kendi yazdığı senaryoyu oynuyordu. Her şeyini anlayabilecek tek kişi olan annesi bile fark etmiyordu içinde olup bitenleri.
Henüz ileri seviyelere geçmemişti hastalığı. Doktor ona başka bir doktora da görüşmesini söylemişti; ama belki yeni bir tedavi yöntemi vardır ümidiyle. Çünkü çoktan tanısı koyulmuştu kanser olduğunun. O sadece ailesine ve çevresine daha fazla rahatsızlık vermemek için sessiz kalmaya çalışıyordu. Her şeyin gelip geçici olduğunu söyleyen kişilerin sesleri yankılanıyordu beyninde. “Ne kadar da haklıymışlar, keşke hiçbir şeye üzülmeseymişim; keşke şimdiki gibi rol yapsaymışım; keşke geçen onca yılımı daha dolu yaşasaymışım” diye düşünürdü geceleri yatağına yatmadan önce.

Geçmişteki anıları onu şimdi de yalnız bırakmıyordu. En büyük destekçisiydi belli ki. Yaşadığı ilişkiler, hayatına girmiş insanlar, kurduğu diyaloglar, gezip gördüğü yerler… hepsi ölüm korkusunu bastırmak istermişçesine aklının bir köşesinde, düşüncelerini rahatlatmak için uygun anı kolluyordu. Yine de ağlayamıyordu. Hiçbir şey onu ağlatmıyordu artık. Öğrendiği zamandan iki ay geçmesine rağmen bir kez olsun oturup saatlerce ağlamamıştı. Oysaki bir filmde aynı rolü yaşayan birini izlese yapacağı ilk şey ağlamak olurdu; ama kendi için bunu yapamıyordu. Sadece sessizce bekliyordu. Zamanı kolluyordu. Acaba ne zaman hastalığı onu yatağa düşürecek diye bekliyordu. O zaman anlaşılırdı her şey. Bir anda herkesin etrafında olduğu, herkesin yardım etmeye çalıştığı, üzüldüğü, ağladığı, sabahlara kadar dua ettiği zamanlar başlardı. O bunu istemiyordu. Kimsenin kendisi için daha fazla zarara girmesini istemiyordu. Bugüne kadar zaten insanları yorduğunu düşünüyordu. Bundan sonrası için sadece huzur istiyordu kendisi ve çevresindekiler için… Ettiği tek dua, olabildiğince ölüme yakın bir zamanda anlaşılmasıydı kanser olduğunun. Tedavinin sadece ömrünü 1-2 sene uzatacağını öğrenmesinden itibaren dilediği tek şey bu olmuştu…

Zaman onun için daha hızlı geçiyordu artık. Hiçbir şey onun içinde sönen ışığı tekrar aydınlatamıyordu. O da farkındaydı artık bir sona yaklaştığının. Şimdilerde yine aynı sessizlikle Azrail’in gelmesini bekliyordu. Hiçbir kimseye, hiçbir umuda tutunamıyordu. Kimseyle paylaşamıyordu hastalığını. O da biliyordu sihirli bir değneğe kimsenin sahip olmadığını. Bekliyordu. Neden seçilmiş kişinin o olduğunu anlamaya çalışıyordu. Bir gün ondan da vazgeçene kadar…

~~~~~*~~~~~~*~~~~~~*~~~~~~*~~~~~~*~~~~~~~

9 Ekim 2012 Salı

Sonbahar Geldi Değil Mi?

3 gündür farklı geçiyor hayatım. Tekrar kalabalık İstanbul'a doğru gelişim, nasıl bir hedefle girdiğimi düzgünce anlamadığım ÜDS, hayatımdaki tecrübe edindiğim ilk iş görüşmesi... Şimdi her şeyi yaşamış bir insanın sessizliği var içimde. Çok sessiz her şey. Korkuyorum bu sessizlikten. Acaba ölecek miyim? Yoksa gerçekten o zaman geldi mi? Hazır mıyım?.. Aslında dünden razıyım ölüm gibi bir sonuca. Hayattan beklentim yok değil; aksine çok şey bekliyorum. Öyle hedeflerim, planlarım, ideallerim var ki tek tek yazsam bitiremem.   Çok oldukları için seçemiyorum sanırım birine yönelmeyi. Bahanem de hazır.

Severken gurur olmaz, bence. Severken yalan olmaz. Severken ben-sen olmaz, bence; biz olur... Şimdi korkularım daha da artıyor. Biz diyemiyorum artık kimselere. Biz diyenlere güvenemiyorum. Biz deyip şimdi sen bile demeyen kimselerin uzaktan etkisini yaşıyorum. Birileri için "O" olmak zoruma gitmiyor da kendimi bu yere koydurduğum için üzülüyorum. El değmemiş, bozulmamış bir avuç sevgimi harcadığım için üzülüyorum. Anlaşılamadığım, unutulduğum, harcandığım için üzülüyorum. Yine de en büyük korkum bir daha birine seni seviyorum diyemeyecek oluşumdan yana. Duymasına duyarım. Çünkü bugüne kadar herkes öylesine savurdu bana sevgilerini. Ya da yanlış anladılar sevme ifadesini onlar. Ben birine seni seviyorum deyip de uzaklara düştüğümde dünyamın dengesi bozulmuştu. Kolay kolay vazgeçen biri değilim ben. Şimdi kendi yalnızlığımdaysam vazgeçilmiş olduğumdandır.

Sıla'nın yeni albümü çıktı bugün. Şimdiye kadar uzun bir süre Sóley dinleyerek geçti zamanım. Bugün şu şarkıyla bağladım duygusallığa yeniden:
"Niye gidemiyorum biliyor musun
Çünkü emek verdiysen zor
Meydan okuma öyle hemen
Dur neden diye sor
Niye susuyorum anlıyor musun
Çünkü anlattıkça zor
Bükme dudağını hemen otur
O zaman hesabını sor
Çok sevdiğimden değil zor sevdiğimden
İyi günde burdasın dar günde yoksun neden
Güler ömür ağlar ömür
Farkında olmayız geçer ömür
Güler ömür ağlar ömür
Farkında olmayız geçer ömür
Çok sevdiğimden değil zor sevdiğimden
İyi günde burdasın dar günde yoksun neden"



Ne güzel sözleri var. Yaşadıklarımın en güzel ifade edilmiş hallerinden biri bu şarkı. Sözleri çok genel aslında; ama en önemli kısımları almış gibi adeta.

Yarım kalınca üzülüyorum ben. Yarım bırakılınca daha da üzülüyorum. Çaba harcamadığımdan değil; istenmediğim yerde duramıyorum. Neden durayım ki? Yarım kalmış bir halde neden kalayım ki? Emek verince bir şeylere, neden çekip gideyim ki diye düşünüyor insan. Şarkıda da onu diyor...

3 gündür moralim bozuk. Üzgünüm. Suratımda bir saçma salak sonradan yapıştırılmış bir gülümseme, ses tonumda arşivlerden çıkardığım bir normal hal sesi, gözlerimde çöl taklidi var; ama içimde büyük bir sessizlik, korku ve hüzün var. Üzgünüm sadece.