Sabahlara kadar yazma isteği var içimde. Dışarıda
yaşayamadığım her şeyi yazma arzusu var içimde. Gözlerim bozulana kadar,
parmaklarım kopana kadar yazmak istiyorum. Litrelerce kahve tüketip; her türden
müzikle beynimin hiçbir şeyi algılayamayacak duruma gelmesine kadar yazmak
istiyorum. Beni anlayan bir kişi çıkana kadar yazmak istiyorum. Böyle deyince
sonsuza kadar yazacakmışım gibi hissediyor oluşum da beni benden alıyor sevgili
Blog.
Hedeflerim sürekli değişmiyor aslında. Ben mi sürekli
değişiyorum? Hımm bence çevremdekiler sürekli değişiyor. Ya da dur, öyle değil.
Ben daha iyi görüyorum çevremdekileri. Sahip olduğum tüm elektronik cihazların
yeni özelliklerini keşfediyorum. Arkadaşlarımın normalde görmek istemediğim
yanlarını görüyorum. Üzüntü ve sevinç arasında gidip geliyorum. Sessizce
izlediğim durumlar da oluyor. Sinirlendiğimdeki ses tonumu kontrol ettiğim
durumlar da oluyor. Gülüp geçtiğim durumların olmayışına kızıyorum biraz şu
sıralar. “S*ktir et ya” diyemeyişlerim bazen beni de üzmüyor değil.
Önümde 1000’er sayfalık 2 adet kitap var. Ve 24 gün var.
Başarı oranımın nasıl olduğu konusunda belki de kendimi sınayabileceğim en
güzel 24 gün belki de bu. Hiçbir şey olmamışçasına böyle duruşlarım beni bile
şaşırtmıyor değil.
2. iş görüşmemi de geçirdim Blog. Aslında ikinci iş
görüşmemdeki iş için çok verimli olabildiğime inanıyordum; ama velhasıl
“hayatta ne yapmaktan çok hoşlanırsın?” gibi bir soru yerine “metin yazarlığı
konusundaki isteklerini bana hissettirebilir misin?” gibi bir soru sorulsaydı; daha
anlaşılabilir bir “iş görüşmesi” geçirebilirdim. Zira kimseye “senin büyük bir
acı yaşadığını görüyorum ben” gibi bir şey söylemek yerine başka türlü yaklaşabilirdi
insanlar. Kelimeleri or*spu yapmaktansa onlara 13 yaşında olan ve kraliçelik
tahtına hazırlanmakta olan bir leydi olarak yaklaşma taraftarı olmuşumdur hep.
En değerli kavramlarımdan biri olarak gördüğüm şu kelimelere daha fazla değer
veriyorum binlerce insandan. Yine de “boşver” diyebilecek kadar takmadığımı
düşünüyorum.
Eski sevgiliye mesaj atma konusunda üstüme yoktur Blog. Eski
sevgili verilen mesajı anlamadığı sürece yine yapacak bir şeyimin olmadığını
görmekte de üstüme yoktur Blog. Zira cidden artık yapabileceğim her şeyi
yaptığımı düşünerek sahneden ayrılıyorum.
İsveç ya. Sen ne güzel ülkesin öyle. Deniz kenarında soğuk
bir hava. Yazları boğmayan bir nem. Sen ey güzel ülke, beni de alsana içine?
Beni burada kimse anlamıyor. Ne ailem ne de iş görüşmesi sonucu bana iyi ve
kötü gerçek hallerini gösteren arkadaşlarım.
“Çeken bilir” türünden birkaç derdim var. O dertlerime derman olur
musun? Hadi bana bir güzellik yap. Lütfen.
Kahvem bitmiş Blog. Yenisini yapmak istemiyorum. Ya da
yapabilirim bilmiyorum; ama yazımı sonlandırmak istiyorum. Üzgünüm. Ve üzgünüm
kanserli birinin hikayesini paylaştığım için üzgünüm. Bütün derdimi dinlediğin
için üzgünüm. Beni sorgusuz/sualsiz sevdiğin için üzgünüm…
Buyrun hikayemize:
~~~~~*~~~~~~*~~~~~~*~~~~~~*~~~~~~*~~~~~~~
Kimsenin, kanser olduğunu bilmesini istemediği, birinin hikâyesini
anlatacağım. Aslında o da bilmek istemezdi… Kim derdi ki bir kan tahlilinin o
safhaya getireceğini işleri? Sessizce doktorun gözlerinin içine bakıyordu
anlamsızca ve çaresizce. Kanser olduğunu öğrendiğinde öyle filmlerdeki gibi
hayatı bir film şeridi gibi geçmemişti önünden. Sadece büyük bir boşluk vardı
kafasının içinde. O sürekli dert yandığı kalbinde büyük bir sessizlik vardı.
Sadece ağzını açabildi bir iki kelime söyleyebilmek umuduyla. Gözlerini bile
kırpmıyordu. Doktorun “iyi misiniz beyefendi?” diye sorduğunu duyar gibiydi.
Sonrasını hatırlamıyordu bile… Aynı kutup sessizliğinde hastaneden ayrılmış;
cebinde ne kadar parası olduğunu bilmeden ilk bekleyen taksiyle eve gitmişti.
Kapıyı çaldığında, annesi vardı karşısında. Ablasında geçirdiği zamanları
anımsadı bir anda. Saçma sapan oradan oraya koşuşturmalarını hatırladı. Eve
girdiğinde duş alma bahanesiyle banyoya gitmişti. Suyun altında ne kadar süre
boyunca ellerine anlamsızca baktığını hatırlamıyordu bile. “Yok olup gidiyorum “ diye düşünüyordu belki
de. Kim derdi ki bir gün onca yaşanan şeyden sonra sonucun basit bir kanserli
hücreyle kapısını çalacağını o fotoğraflarda gülümseyen kişinin…
Bir süre kendine acıdı. Üzüldü, ağladı. Sonra sustu. Belki
de bundan sonraki rolü sessiz kalmak olacaktı hayatına devam ederken. Pislik
bir dünyanın içinde minicik bir sevgi umuduna bile sahip çıkabilen bir kişi
nasıl bir anda nefes almanın bile değersiz hale geldiğini hissedebilirdi ki
derinden. Nasıl yatabilirdi geceleri artık? Yine eski sevgilisiyle bir yerde
tekrar bir araya gelme hayallerini kurabilir miydi? Sabahları kalktığında
tekrar diyete başlayıp; akşamları bulduğu tüm abur cubur şeyleri yiyebilir
miydi? Aynı heyecanla bekleyebilir miydi her hafta etkileyici bir finalle biten
Amerikan dizilerini? Şimdi ne yapacaktı?
Cevap veremiyordu artık hiçbir soruya; ama çok iyi bir
yanını keşfetmişti: Çok iyi rol yapıyordu. Hiçbir şey olmamışçasına gülücükler
atıyordu etrafına. Arkadaşlarıyla buluşuyor, aşkın bulunması zor bir şey
olduğuna inandığını düşündürüyordu arkadaşlarına. Hayatla boğuşmaya
çalışıyormuş gibi gösteriyordu kendini. Para kazanmak için oraya buraya iş görüşmesi
diye koşuşturuyordu. Kimse bilmiyordu
kanser olduğunu. Kimsenin aklının ucundan bile geçmiyordu. Bir derdi vardı; ama
anlayamıyordu kimse. Kendi yazdığı senaryoyu oynuyordu. Her şeyini
anlayabilecek tek kişi olan annesi bile fark etmiyordu içinde olup bitenleri.
Henüz ileri seviyelere geçmemişti hastalığı. Doktor ona
başka bir doktora da görüşmesini söylemişti; ama belki yeni bir tedavi yöntemi
vardır ümidiyle. Çünkü çoktan tanısı koyulmuştu kanser olduğunun. O sadece
ailesine ve çevresine daha fazla rahatsızlık vermemek için sessiz kalmaya
çalışıyordu. Her şeyin gelip geçici olduğunu söyleyen kişilerin sesleri
yankılanıyordu beyninde. “Ne kadar da haklıymışlar, keşke hiçbir şeye
üzülmeseymişim; keşke şimdiki gibi rol yapsaymışım; keşke geçen onca yılımı
daha dolu yaşasaymışım” diye düşünürdü geceleri yatağına yatmadan önce.
Geçmişteki anıları onu şimdi de yalnız bırakmıyordu. En
büyük destekçisiydi belli ki. Yaşadığı ilişkiler, hayatına girmiş insanlar,
kurduğu diyaloglar, gezip gördüğü yerler… hepsi ölüm korkusunu bastırmak
istermişçesine aklının bir köşesinde, düşüncelerini rahatlatmak için uygun anı
kolluyordu. Yine de ağlayamıyordu. Hiçbir şey onu ağlatmıyordu artık. Öğrendiği
zamandan iki ay geçmesine rağmen bir kez olsun oturup saatlerce ağlamamıştı.
Oysaki bir filmde aynı rolü yaşayan birini izlese yapacağı ilk şey ağlamak
olurdu; ama kendi için bunu yapamıyordu. Sadece sessizce bekliyordu. Zamanı
kolluyordu. Acaba ne zaman hastalığı onu yatağa düşürecek diye bekliyordu. O
zaman anlaşılırdı her şey. Bir anda herkesin etrafında olduğu, herkesin yardım
etmeye çalıştığı, üzüldüğü, ağladığı, sabahlara kadar dua ettiği zamanlar
başlardı. O bunu istemiyordu. Kimsenin kendisi için daha fazla zarara girmesini
istemiyordu. Bugüne kadar zaten insanları yorduğunu düşünüyordu. Bundan sonrası
için sadece huzur istiyordu kendisi ve çevresindekiler için… Ettiği tek dua,
olabildiğince ölüme yakın bir zamanda anlaşılmasıydı kanser olduğunun.
Tedavinin sadece ömrünü 1-2 sene uzatacağını öğrenmesinden itibaren dilediği
tek şey bu olmuştu…
Zaman onun için daha hızlı geçiyordu artık. Hiçbir şey onun
içinde sönen ışığı tekrar aydınlatamıyordu. O da farkındaydı artık bir sona
yaklaştığının. Şimdilerde yine aynı sessizlikle Azrail’in gelmesini bekliyordu.
Hiçbir kimseye, hiçbir umuda tutunamıyordu. Kimseyle paylaşamıyordu
hastalığını. O da biliyordu sihirli bir değneğe kimsenin sahip olmadığını.
Bekliyordu. Neden seçilmiş kişinin o olduğunu anlamaya çalışıyordu. Bir gün
ondan da vazgeçene kadar…
~~~~~*~~~~~~*~~~~~~*~~~~~~*~~~~~~*~~~~~~~