29 Mart 2013 Cuma

Derin Nefes Alıyoruz!

Ne kadar yalnızsam, o kadar güzelim be. O kadar iyiyim. O kadar kendimden eminim. O kadar bir şeyleri gizlemeden yaşıyorum... Ne demek istedim acaba bu cümlede? Açıklayayım.

Ben birine ısındığım zaman samiyetimi korumayı severim. Sıcaklığımı öyle kaybetmem hemen; ama kolay kaybetmem de diyemem. Hele ki verdiğim değeri göremezsem karşımdaki insanda... 2-3 gün önce de benzeri bir nedenden birkaç kişiyi çıkardım listelerimden. Bu, artık o kişilerle konuşmayacağım demek oluyor. Çıkarma nedenim sadece samimiyet kaybı değil elbette. Başka nedenleri de var. Fakat; şu anda çok rahatım, huzurluyum, Facebook ya da Twitter gibi bir yerde bana özel bir şeyi paylaşırken daha rahat hareket edebiliyorum. Daha öncesinde, kendimle ilgili bir şey paylaşırken 5 kere düşünüyordum. Çünkü nazarından korktuğum, samimiyetinden çok şüphe ettiğim insanlar vardı. Neden tutuyordum zaten hayatımda? diye bir soru da alabilirim mesela. Ben de bilmiyorum... Neden? Bana maddi manevi hiçbir faydası olmayan, aksine özel hayatımı paylaşırken rahatsızlık duyduğum kişileri neden hayatımda tutayım ki, dedim ve çıkardım.

Bunun dışında eski ikinci sevgilimin mailini almıştım geçenlerde. Neden mail attığı konusunda pek fikrim yok; ama eminim yine egolarını tatmin etmek için ne yaptığımı, nerede yaşadığımı sormuştur. Çünkü en sonki tartışmamda, insanlara nasıl baktığını, hele ki sevgilisi olacak kişileri nasıl değerlendirdiğini anlayınca, ona olan tüm sevgim nefrete dönüşmüştü. İnsan yurt dışında hayatını kurup, ekonomik durumunu iyi hale getirince böyle mi oluyor? Yani karşısındakilere, sanki onun parasını yiyecek, duygularını çalacak biri gibi mi bakıyor? Hele ki Almanya'daki Türklerin nasıl olduğu konusunda daha da kafamı karıştıran bu geçmiş tartışmayı tekrar hatırlamak zorunda kaldım o maillerden sonra. Zamanında ne kadar saf olduğumu tekrar gördüm. Hoş, konu duygular olunca hala daha safım sanırım. Umarım bir daha mailini almam. Çünkü benim Türkiye ile ilgili derdimi bilip, elinde fırsatı olmasına rağmen, 1 kere olsun yardım etmeye tenezzül etmeyen biri, benim hatırı sayılır listemde kalamaz.

Bugün kek yaptım. Nasıl başarılı oldum diyemem. En azından mozaik pasta başarımı yaklayamadım bence; ama fena değil yine de. Yenebilir.

Haftaya İstanbul'da olacağım durumu beni hala düşündürüyor. Zira havalar ısınmaya başladı. Ve İstanbul, Ankara'dan daha sıcak. Bu da daha çok terleyeceğim anlamına geliyor. O yüzden tshirtlerimi götürsem iyi olur. Para harcamamalıyım. Zaten harçlığım da çok olmaz diye düşünüyorum. Adalar'a gitme planımız var toplucana. Belki bir Pazar günü buluşması da yaşayabilirim Cumartesi sonrası. Hepsinden önce YDS'ye gireceğim gerçeği is shakin' me b*tch! Olsun.

Yurt dışından sipariş verdiğim Iphone 5 kulaklıklarım da gelmedi hala. Yaklaşık 1 ay oldu. Önümüzdeki hafta içi gelse bari, ben gitmeden. Önümüzdeki hafta içi sürücü belgemi de alacağım. Artık trafikte resmi bir canavar olabilirim. Hoş, benden olsa olsa kurabiye canavarı olur. Ya da özel birine göre elma kurdu.

Iphone 5 demişken, çok istiyorum Iphone 5'im olmasını. Yani bir ayfonumun olmasını çok istiyorum daha doğrusu. 5S de olur. Çıkınca. Elimde satabileceğim bir Ipod Touch, bir Ipod Nano, bir Notebook var. Tabii bir de 2 adet eski telefon. Bunları elimden çıkarsam epey param olmuş olur. Geri kalanını nasıl hallederim bilmiyorum. Zamanında fotoğraf makineme 2400 lira civarında para vermeseydim düşünebilirdim. Belki.

Bekliyoruz, bakalım. Nabiha dinler misin? O zaman dene bakalım...


"Gotta do something crazy
At least once a day
It's good for you baby
Sugar for the brain."


23 Mart 2013 Cumartesi

Ruh Hali: Tamirli

Bugün ilginç başladım güne diyemem; ama değişik oldu biraz. Çünkü Now is Good isimli filmi izledim. Zamanında, Ellie Goulding'i fazlasıyla dinleyen biri olduğumdan, yayınladığı bir şarkının bağlantılı olduğu bu filme ilk, o şarkıdan dolayı yaklaşmıştım; ama o zamanlar vazgeçtiğimden herhalde, izleyemedim. Meğer bu sabaha kısmetmiş. Öğleden sonraya kadar etkisi devam etti içimde. Nasıl bir mesaj çıkarmam gerektiğini çok iyi biliyordum; ama kabullenmek zordu sanırım. Yine de mutluyum izlediğim için.

Çok büyük sıkıntılarım yok. Belki dışarıdan bakınca kimine göre dertsiz de gözükebilirim; ama herkesin yaşadığı gibi benim de sorunlarım var. Sorun demek doğru mu bilmiyorum; ama bazen rahatsızlık derecesi üst seviyelere çıktığı için kullanabildiğim başka bir tanımlama yok ne yazık ki. "Her şeye" rağmen yine de mutlu olmalıyım, şükretmeliyim elimdekilere. Etmiyor muyum? Tabii ki ediyorum. Hem de her gün.

Filmden çok bahsetmek istemiyorum; ama özetle bir yaşamın bitişini bilerek ve çok derin bir şekilde hissederek geçen bir öyküyü konu alıyor film. Size şükretmeniz için tonlarca seçenek sunuyor. Hayatınızdan mennun olsanız bile...

2 gündür hayatımı düzene sokma çalışmaları içindeyim. Sokuyorum, bozuluyor; bozuluyor, sokuyorum. Sorun bende bbeğim! Bilmiyorum...

Ben nazara inanıyorum biliyon mu? Etrafımdaki gözler, küçüklüğümden beri bırakmamıştır yakamı. Gözleri çıksın inşallah. Nazarları kendilerine dönsün inşallah! Oh! diyorum hep. Dua ederken özellikle diyorum; ama biliyorum ki bu dünya kötülerin dünyası. Düşe kalka yaşamaya ve hedeflerimi gerçekleştirmeye çalışıyorum. Hedefler demişken, son 1 senedir hedeflerimden bahsetmiyorum pek. Sebebi de bu gözler işte.

Neyse işte, uzatmıyorum, sabahki filmden gereken mesajı aldım ben. Ondan böyle iyi ruh halim. Bundan sonra da bozmamaya çalışacağıma inanıyorum. And içerim, amin.

Öğleden sonra da Seven Psychopaths filmini izledim. O da fena değildi. Hangover'ı anımsatmadı diyemem.

2 hafta sonra İstanbul'da olacağım gerçeği ve Eskişehir'i özlemiş olduğum gerçeği ve masamın üstünde en az 10'ar tane Türkçe ve İngilizce romanın olduğu gerçeği içimde epey şiddetli şekilde savaş veriyor.

Türkiye'de siyasi gelişmeler ve spor konusunda hiç yazmıyorum değil mi? Evet. Yazmayacağım da.

Bir sonraki yazıma kadar "keep calm and miss me" sevgili Blogum.
Öptüm. Kaçtım.

dipnot: Benim ruh halim tamamen beynimde bozulup düzeliyor. O yüzden iç dünyama hoş gelmiş olan kişilere şimdiden başarılar. Ve teşekkür ederim.

dipnot 2: Allah sabır versin o kişilere.

dipnot 3: Çok seviyorum o kişileri ben.

dipnot 4: ehiehie

21 Mart 2013 Perşembe

Bozuk Ruh Hali

Dün, 20 Mart'da, uzunca bir süredir girmediğim depresyona girdim. Düzeltir umuduyla sabahtan akşama kadar ne bulursam yedim. Gece ye doğru midem biraz rahatlasın diye yeşil çay içtiğimi hatırlıyorum en son. Sabah tartıda yaklaşık 73 kg gibi bir değer görünce; artık beni mutlu eden tek şeyin bile işe yaramadığını gördüm...

Olmayacak bir hayale kapıldım yaklaşık bir senedir. Hayal de denmez aslında; ama umut diyebilirdim. En azından hayatımı 6 sene rahatlatacak bir umut. 2 gün öncesine kadar azimli şekilde ilerliyordum; ama gerçeklerin yüzüme tokattan ziyade, hakiki birer yumruk şeklinde inmesi, bütün dünyamı allak bullak etti. Aslında daha önceden bildiğim; ama ısrarla kabullenmediğim gerçekler... Şimdi  "ne için yaşıyorum" sorusu daha da önemli bir cevap arıyor kendine. Bense sessizce bekliyorum cevabın gelmesini.

Annem bazen haklı. Ya da hep haklı. Anneler hep haklıdır gerçeğine getirmek istemiyorum konuyu; ama haklı olduğu 1-2 konu oldu arkadaşlarımla ilgili. Facebook'umu bu akşam dondurmadan önce PKK ve BDP ile ilgili bir şey paylaşmıştım. Twitter'da da... Milliyetçi biri değilimdir. Hiç olmadım. Siyasete sarıyor bir süre sonra mesele. Bense ülkesinde mutlu olmayan bir vatandaş olarak hiç bulaşmıyorum o işlere. Sağcıymış solcuymuş... Futbol benim dünyamda 0 değerindeyse, siyaset de -1'e yakın bir değerdedir benim için; ama gördüm ki insanlar sevdikleri için kendi düşüncelerini açıklayamıyor hatta açıklayabilecekleri düşünceleri başkalarından duyunca, aksi düşünceleri savunuyorlar. Bunu eğitimli insanlar yapıyor. Hoş, artık herkesin "eğitim" adı altında aldığı bir şeyler var. Twitter'ımı kapatmadan önce de şöyle bir şey yazdım "insanın en büyük düşmanı kendisi, daha sonra da dostudur." Bir anda geldi aklıma çok ilginçtir. Sanırım çevremde "sevgilisi olunca sizi satabilenler" grubunun bende yarattığı etkiden dolayı oldu böyle bir düşünce.

Bugün protein günü yaptım. Ve şu anda sabahtan beri kesik suların, bendeki duş alamamış hale verdiği negatif enerji ile, blogumun başına geçtim, yanımda da Fransa'daki bir arkadaşımın, sağolsun, gönderdiği çikolataların son parçaları ve sıcak bir kahve var. Yarın Cuma. En sevdiğim gün. Sabah eğer sular gelmezse, epey bedduamı alacak ilgili kişiler. İnşallah sabah gelir sular. Zor; ama işte...

Benim kendime bir sözüm vardı Blog, hatırlar mısın bilmem; hayatımı düzene sokana kadar kimseyi hayatıma sokmama gibi bir karar almıştım son ilişkimden sonra. Harbiden ne oldu o? Hayırdır yani?

Anlaşılamıyorum Blog. Bu benim en büyük derdim sanırım. Peşinde de hayatımı düzene sokamamış oluşum ve askeri mevzular var. Bazen inançsız olsam cidden hiç beklemez gider intihar ederdim diyorum. Şimdi beni tutan tek neden o.

Mezun olduğumdan beri maddi manevi yarattığım yükün ruh halime etkisini kimse anlayamaz. İçsel dünyamda yaşadığım fırtınalı olaylar yetmiyormuş gibi üniversiteden çıkışımı aldığımdan beri eziyet gibi geliyor yaşamak. Ne yapacağımı şaşırmış durumdayım. Bu haldeyken de kimsenin omzuna başımı yaslayasım yok. Çünkü dengemi kaybediyorum ben. Fazla güveniyorum. Bu hiç doğru değil. Ben hayatımı düzene soksam da olmayacak bir şey bu sanırım.

Geriye doğru bakınca bu konuda kimsenin ahını almadığımdan adım gibi eminim. Hiçbir konuda almadığımdan eminim. İçim çok rahat; ama düşünüyorum da neden ben? 

Derken çikolatalar da bitti... Yarın da protein günü yapmayı düşünüyorum.

Aslında yazarken bir daha sana yazmamak üzere son yazımı yazacaktım Blog. Şimdi biraz rahatladığımı hissettim. Tek sen kaldın. Dilin olsa belki neler derdin; ama insanların dediklerinden diyeceksen, ömür boyu sessiz kal. Razıyım ben.

18 Mart 2013 Pazartesi

Zor - Kolay

Elde edince değerini kaybettik her şeyin. Çünkü hepimiz çocuktuk. Hep boş tarafına baktık bardağın. Şimdi büyük ve yetişkin birer çocuk olduk. Bu sefer de umudunu kaybediyoruz elde etmek istediklerimizin. Yani boşveriyoruz...

Koşuyoruz sürekli bir şeylerin peşinden. Elde edemiyoruz, belki de hiç elde edemeyeceğimiz değerlerin kavgasını yapıyoruz. Ne için diye sorsalar, eminim hepimiz "daha mutlu olmak için" derdik. Şimdi mutsuz muyuz?

Acı çekmek bilmem kaç nesildir genlerimizde var. İnsan olduğumuz için de olabilir. Belki de dünyaya bırakılış nedenimizi yanlış anladık en başından beri. Hepsi 1 elma için kuralları çiğneyenin suçu belki de. Şimdi geçmişi dövmeli miyiz? Ona ceza mı vermeliyiz acaba...

Birini suçlamak zorunda kalıyoruz işte hep. Ya eksik yanlarımızı görüyoruz sürekli ve birilerini suçluyoruz bu durumdan ya da pişman oluyoruz elimizdekinin kıymetini bilmediğimiz için.

Ben?.. Geçmişi kolay kolay unutamama gibi bir yapım var. Unutabilmem için nefret duygusunu yoğunlaştırmalıyım mesela unutmak istediğim şeye karşı. O yüzden birinden ayrılamam mesela. Birlikte oluşturduğum geçmişime kıyamıyorum. Sebepsizce, ortada hiçbir kırıcı şey olmadan bitirip kenara çekilemiyorum mesela. Giderse karşımdaki, hemen bir etiket yapıştırabilirim mesela. Aksi bir durumu olmadı şimdiye kadar. Bir keresinde arama koca bir okyanus girdi. O zaman işte unutabilmek epey uzun bir zamanımı aldı; ekstra aldıklarını saymıyorum bile...

Elimdekinin kıymetinin bilememe durumu olmadı geçmişimde hiç. Allah oldurmasın da; ama eksikliğini çektiğim şeyler oluyor. Hala çocuk gibi olduğum zamanlar da oluyor mesela. Tabii küçük bir not defterine bile sahip olunca fazlasıyla heyecanlanan birinden büyümesini beklemek biraz yanlış olur.

Bugün bir ara düşündüm de aslında ne kadar kendimi hırpalıyormuşum. Ne için? Bilmiyorum. Yani hırpaladığımın farkına vardım, kendimi ve duygularımı yorduğumun farkına vardım. Susmak istedim ve kelimelerim konuştu biraz da.

Bir hayat kurmanın ağırlığını taşıyorum. Kime sorsam "biz de o yollardan geçtik" diyor. Ya onlar yürürken hava çok aydınlıktı ya da ben şemsiyemi unuttuğum için böyle hala ıslanarak yürüyorum bu yollarda. Sanırım 1 sene oluyor yaklaşık olarak, birinin beni anlamasını beklemek gibi bir hatadan vazgeçeli. Çok kolay oldu diyemem; ama başardım da diyemem. Başarmaya çok yakın olduğumu diyebilirim.

Hep ölecekmişim gibi geliyor. Bunu dile de getiriyorum hep. Mesela yarın ölsem gözüm arkada kalmaz. Yapabileceğim ya da yapmam gereken birçok şeyi yapmış gibi hissediyorum. Yapacaklarımdan korkuyorum bir de. En çok bundan korkuyorum. Hayattan vazgeçmekten korkuyorum. Tutunamamaktan korkuyorum. Yolundan gidebileceğim biri olsun isterdim. Böyle aynı virajları dönmüş birinin yolundan gitmek isterdim. Ben yine kendi başımın çaresine bakardım; ama virajları en azından örnek alabilmeyi isterdim. Bunun için kimsem yok hayatımda. Elinden tutmayı istediğim biri var. Aslında korkuyorum onu da kendi yoluma çekmeye. Bir süre sonra aynı yoldan gitmemiz gerektiğini de biliyorum aslında.

Hayat aslında çoğu şeyi düşünmek için bile kısa. Düşünmeden yaşamak ise yanlış çoğu zaman. Bir yaz daha geliyor. Önümde iki koca sınav var. Geçtikten sonra ne yapacağım meçhul. Aklımda 1-2 plan var yine de.

Bilmiyorum. Başımı alıp İngiltere'ye gideceğim galiba. 3-5 kuruş parayla geçinmeye çalışacağım. Ya da Almanya. Bilmiyorum. Ya da Türkiye'nin doğusunda bir yere gideceğim. Ya da evden kaçıp(!) Eskişehir'e.

Böyle keşke kafamı biri 1 saat boyunca ellerinin arasına alsa ve hiçbir şeyi düşünmeden geçirebilsem; ama hiçbir şeyi. Ne mutluluk ne hüzün...

16 Mart 2013 Cumartesi

Elma Sevgisi

Çarşamba günü Eskişehir'e gitmiştim. Dün akşam döndüm. Bir önceki gidişimden farklıydı bu seferki. Daha özeldi, daha güzeldi. Hatta içim o kadar mutluluk doluydu ki ayrılırken ağlarım herhalde diye düşünürken mutlu bir şekilde döndüm. Sanki "tamam, artık daha güzel olacak her şey" düşüncesi vardı içimde, hala daha var.

Birilerinin nazarı değmesin diye kimseye anlatamadığım duygularım var Blog. Belki çevremdeki çoğu kişiye söyleyebileceğim bir durumu, kimsenin gözü kalmasın, bazı kişilerin de kalbi kırılmasın diye söylemiyorum, söyleyemiyorum. Rahatsız da değilim aslında. Böyle daha mutluyum. Önceki durumumu söyledim de ne oldu? Güya onu da saklamaya çalışıyordum.

Velhasıl, söylemiyorum, soranlara da "belki" anlatıyorum. Bilmesi gereken 2-3 kişi çevremde sürekli iletişim içinde olduğum. Onlar da biliyor zaten. Diğerlerine şimdilik söylemeyi düşünmüyorum. Özel hayatımı bilmek isteyen, kendini hissettirecek kadar ilgilenmeli benimle.

Şu kelimeyi kullanmak istemiyorum aslında; ama duygularımı özetleyen başka kelimem yok: mutluyum... İçimde huzur var, heyecan var, bir şeyleri başarma isteği var. Bunlar yoktu mesela bir süre öncesine kadar. Eksikliğini bildiğim şeye bağlıyordum. Haklıymışım.

Yine de büyük konuşmak istemiyorum. Ya da her şeyi o konuya bağlamak istemiyorum; ama hayatınızda biri olduğunda baktığınız pencere arka sokağa açılmıyor, aksine kocaman güzel bir bahçeye açılıyor. Bazen havası kapalı olan, bazen güneşli olan; ama hep yeşil kalan bir bahçeye...

Dipnot: Sevgili Blog'um, sen de bilmesi gerekenlerden olduğun için yazdım. Zaten seni takip eden biri de muhtemelen bilmesi gereken biridir.

Dipnot 2: Eski sevgililerimin hangisi acaba sevgili Blog'umu inceledi doğru düzgün diye düşünmüşümdür hep.

Dipnot 3: Bir önceki yazımda bulunan pasta tarifini yakın bir zamanda tekrar uygulamalıyım. Mesela Pazartesi? Tamam.

Dipnot 4: Türkiye'deki en çok sevdiğim şehir kesinlikle Eskişehir. Daha sonrasında memleketim Erzurum ve ikinci memleketim Trabzon geliyor.

Hop! Kaçtım ben!

7 Mart 2013 Perşembe

Mozaik Pasta Tarifi

 
Mozaik pastayı gözümde çok büyütmüşüm. Bunun, akşam mutfakta ufak bir çaba sonucunda vardığım gerçekle, büyük bir hata olduğunu anladığımı söyleyebilirim. Oysa ki yumurta kırmak ya da menemen yapmak gibi bir şeymiş. Neden beklemişim acaba yıllar boyunca?.. Yıllar boyunca dediğim de 3-4 yıldır en fazla hani.

1-2 siteden derlediğim bir sonuç üzerine egzotik bir tarif çıktı ortaya. Ki şöyle oluyor liste halinde vermek gerekir ise:

Mozaik Pasta için Malzemeler:

  • 450 gram petibör bisküvi (2.5 paket oluyor bu bebeğim)
  • 2 su bardağı süt
  • 4 yemek kaşığı kakao
  • 7.5 yemek kaşığı şeker
  • 3.5 yemek kaşığı margarin
  • 1 su bardağı ceviz veya fındık (isteğe bağlı - ben hiç koymadım, sevmiyorum sert şeyleri pastalarda)
Yapılışı:

  • Şöyle yaptım ben: Derin bir tencerede, orta boy bir tencere de olabilir, 3.5 yemek kaşığı yağı erittim. Sonra 2 su bardağı sütü ve 7.5 yemek kaşığı şekeri de katıp bir güzel karıştırdım. Epey fokurdayana kadar karıştırdıktan sonra 4 yemek kaşığı kakaoyu da ekledim. Kakao topaklarının tamamen giderilinceye kadar karıştırdım kısık ateşte. Tabii bu işlemleri yapmadan önce 2.5 paket püskevitleri orta boy kare şeklinde olacak şekilde geniş bir kaba kırmıştım. Hafif seyrek kıvamdaki karışımı, püskevit kırıntılarının olduğu kaba yavaş yavaş gezdirerek döktüm. Yarısını dökünce karıştırdım, sonra diğer yarısını da döktüm kakaolu karışımın ve tamamen karıştırdım. Tüm püskevitler kakaolanıncaya kadar karıştırdım. Adeta çırptım çırptım karıştırdım, kendimi onunla yarıştırdım! Ve önceden hazırladığım kek kalıbının içine, ki bu kek kalıbının içine buzdolabı poşeti koymuştum çıkarması kolay olsun diye, bir güzel bastırarak döktüm karışımı. Bastırarak koymakta fayda var. Çünkü daha sonra kalıptan çıkarıp, ayrı bir kaba koyacağımız için üst kısmının kötü olmasını istemeyiz bebeğim. Öhöm. Daha sonra kabı da sıyırdıktan sonra, kenarlardan çıkan poşeti de üst kısmını kapatacak şekilde kullanıp, kalıbı pencerenin kenarına koydum. Bu arada ben dikdörtgen şeklinde bir kek kalıbı kullandım. Daha rahat oldu. Epey bir oda sıcaklığına dönünce; alıp buzluğa koydum. 1-2 saat sonra çıkardığımda servise hazır harika bir mozaik pasta olmuştu. E yedim, afiyetle. Evdekiler de nasiplendi tabii. Malum, şeker insanları mutlu ediyor.


Yıllarca beklememe gerek yokmuş. Meğersem çok basitmiş ve yapılıp bir dilimle kahvemizin yanına harika gidebilirmiş. Çok güzel oldu. Benden daha tatlı olduğu konusunda şüphelerim olsa da bir dilim daha yememek için hiçbir engelim yok.

Oh. Yarasın.

dipnot: Yemeden önce fotoğrafını çektiğim doğrudur. 15-20 kez poz aldığımı varsayıyorum. 

3 Mart 2013 Pazar

RT(!) Edilemeyen Blog

Bu yazı'm tamamen diğer bir blogdaşımın bana yolladığı mim için yazılmadı elbette. Buna ek olarak bir dikkat çekme, böyle farkındalık yaratma falan; güzel, uzun, kıymetli yazılar yazanları gazlama; efendime söyleyeyim işte özetle "yazma" duygusunun hala yaşıyor olduğunu gösterme nedeniyle de yazıldı diyebilirim.

Yazmak benim nazarımda hep böyle duygularımı özgürce savurma olarak yer edinmiştir kendine. Kaç gece bilirim, kimseyle paylaşamadığım duygularımı gelip yazmıştır Blog'uma. Belki çoğu yazılarımı o anki sinirle yayınlamadan silmiş olabilirim; ama olabildiğince burada tutmaya çalıştığıma inanıyorum. Aslında Blog deyince benimki biraz daha günlüğe dönüyor. Bilmiyorum. Sonuçta buradayım ve en az 6 senedir yazıyorum. Ne yazık ki sadece son 4 senedir yazdıklarımı koruyabildim.

Arkadaşımın yakındığı şeylere sonuna kadar katılıyorum. Özellikle Twitter konusunda. Kendisinin de dediği gibi 140 karakter YETMİYOR. Yetmeyecek de. İsterlerse 280 yapsınlar ya da koca bir Blog oluştursunlar yine yetmeyecek. Neden? Çünkü Twitter artık baştan sona egosal hareketlerine ayak uydurmaya çalışan ve yalnızlığını bastırmaya çalışan insanlarla dolu. Hiç böyle bünyedeki kişilerden duygularını kelimelere dökmesini bekleyebilir misiniz? Zor. Hele o her akşam popüler etiketler listesinde çıkan #Takipedenitakipederim furyasına kapılanlar için hiçbir şey diyemiyorum. Ben pek ilgilenmiyorum artık Twitter hesabımla. Zaten son 2-3 aydır, bilmem kaç kere, açıp kapattım. Facebook için fazla kötü sözüm yok. Oraya da fazla bakmıyorum aslında. Çoğu fotoğrafımı kaldırdım. Olabildiğince sade hale getirdim. Son aylarda pek bir şey de paylaşmıyorum. Paylaşasım gelmiyor.

Ben yıllardır TV de izlemiyorum mesela. Neden izleyeyim ki? Haberleri açsam, siyasiler birbirine sataşıyor çocuk gibi, kıyamet kopmuş gibi yansıtılan ölüm sonuçlu kazalar her kanalda saatlerce yayınlanıyor, diziler saçma bir drama şeklinde devam ediyor. Eğlence programlarının ne halt ettiği belli değil... Facebook da kısmen bu şekilde benim gözümde. Listemde her türden insan kişisi mevcut. Ve çoğu kendi düşüncelerini savunan şeyler paylaşıyorlar. Neden Facebook'umda durup, onların hayat savaşlarının ne denli çamura dönüşmüş olduğunu izleyeyim ki?

Beni bir tek Blog'um memnun ediyor. Başka hiçbir şey değil. Çok mutlu olduğum anlarda da gelip yazmaya çalışıyorum mesela. Yine de çoğunlukla o zamanlar yazmak gelmiyor içimden. Birkaç batıl inancım da var bu konuda. Bilemedim...

Velhasıl, yazmak güzel şey. En az okumak kadar güzel. Son aylarda evde fazlaca kaldığım için okuma konusunda epey hızlandım. Bir yandan da rutin şekilde yazıyorum. Yazmazsam sanki bir gün patlayacakmışım gibi geliyor. Bir nevi terapi denebilir benim için...

İçinizdeki daktiloyu dışarı püskürtmeniz dileğiyle...

dipnot: Mim'i bir yere fırlatmam gerekiyordu yanlış hatırlamıyorsam; ama bilemedim kime atsam... Çünkü çok kendimleyim gibi Blog'umda.