1 Haziran 2013 Cumartesi

Sakinlik?

Evlilik teklifi... Bence insanın alabileceği en güzel teklif. Ya da başkasına sunabileceği... İzlediğim bir dizide, evlilik teklifinde bulunan çiftlerin yaşadıklarına imrendim. Ben de bir gün acaba muhatabı olabilecek miyim böyle bir durumun diye düşündüm. Sonra 10-15 saniyelik kısa bir hayal dünyası gezim oldu ve geri döndüm odama, kitaplarımın önüne, arkadaşımın bana hediye ettiği kaleme ve üstüne boş bir yol çizdiğim not defterine...

İstanbul'dan döndüğümden beri üstümde ilginç bir sakinlik var. Sanırım Ankara'nın havasının, evimizin huzurunun ve sessizliğin verdiği bir sakinlik... Antidepresan kullansam şu anda herhalde daha da sakin olurdum. Hatta o kadar sakinim ki başka zaman olsa şu son 2 gündür Gezi Parkı ile ilgili yaşanan şeylere olan tepkimi gösterirdim; ama üstümde değişik bir sakinlik var. Gitmesin. Ben bu sakinliği seviyorum. Hatta normal dinleme süremden daha fazla klasik müzik dinler oldum. Önceleri 1 saat dinliyorsam, sonraki dinlediklerim hareketli şarkılara dönüyordu kesinlikle. Bu sefer 3-4 gündür dinliyorum sıkılmadan. Ve bu sakinliğim beni sıkmıyor. Sakinim, biraz huzurluyum.

Biraz da mutluyum. Dün mutfağa girdim mesela annemin yokluğunu fırsat bilip. Ve şu tarifi uyguladım. Gayet de güzel oldu mini böreklerim. Poğaça aslında, neden börek ismini vermişler bilmiyorum; ama güzel oldular. Fotoğrafını bile çektim. Sonra da afiyetle yedik babamla çayın yanında. Hamuru açarken kendime gülüşlerim, peyniri koyarken ki eğlencelerim... epey rahatlattı beni. Hatta şey dediğimi hatırlıyorum hamuru açarken "hamur açma işi gerçekten sakinleştiriyormuş"

Bugün 1 Haziran. Yaz mevsiminin takvimdeki ilk günü. Büyük bir direnişle "canın cehenneme hiperhidroz" demek istiyorum sadece. Onun dışında kalbimi çöpten geri aldım. Kıyamadım. Beni ben yapan zekam, mantığım değil; kalbimdir sadece. Sakinim demişken, Deniz Seki'nin şarkısı geldi aklıma. Sonra da şu şarkıya takıldım ondan daha çok:


Henüz tanıştığım biri bana kendimin farkında olmadığımı söyledi. Gülümsedim ona Kadıköy sahilinde otururken akşam esen rüzgarında denize karşı. O konuştu, ben dinledim. Bazen, bir şeyler söylemek istedim; ama sonra sustum. Dinlemek daha güzeldi belki de o an. İzlediğim filmleri tekrar izlemek gibiydi her şey. Bozmadım hiç oyunu. Sonra başımı omzuna koydum 1-2 saniye. Elini omzuma attı. O an anladım işte. Bir ele ne kadar hasret kaldığımı anladım. Ufacık bir dokunuşun beni ne kadar etkilediğini anladım. Düşünmekten, hissetmekten, anlamaya çalışmaktan ne kadar yorulduğumu işte tam o anda anladım. O an dedim kendi kendime "Arif, lütfen savaşmaktan vazgeç artık. Bu senin savaşın değil" diye. O arada elin sahibi devam ediyordu konuşmaya. Sonra savaşlarımdan bahsettim ona. Kendi savaşıymışçasına savundu hepsini bir bir. Ben boş boş gülümsemekle yetindim. Yine de huzurluydum. "Bugüne kadar ne gördün Arif yarı buçuk ilişkilerinden" dedim. Kendime verdiğim sözü 2 kez bozmakla kaldım son 1 yıl içinde, iki farklı insanla. Değdi mi diye düşündüm... Üşüdüğümü bile fark etmemişim. Henüz tanışmamış olmamı bile yadırgamaktan vazgeçtim o an. Sonra eve döndüm, evdeki mevzular, annem, babam, derken Ankara'dayım. Dönerken her şeyi İstanbul'da bıraktım. Şimdi daha iyi anlıyorum şu sakinliğimle. Ben sadece kendi savaşımın değil; başka şeylerin de savaşını vermeye çalışmışım. Yoksa şu gururum birden fazla kez ezilip geçilmezdi.

Kahve istiyorum; ama evde kahve kalmamış. Belki de kahveydi beni sürekli tedirgin bir şekilde düşündüren. 

Yoksa insanlar neden düşündürür ki?.. Seven neden düşündürür ki?

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder