16 Mart 2013 Cumartesi

Elma Sevgisi

Çarşamba günü Eskişehir'e gitmiştim. Dün akşam döndüm. Bir önceki gidişimden farklıydı bu seferki. Daha özeldi, daha güzeldi. Hatta içim o kadar mutluluk doluydu ki ayrılırken ağlarım herhalde diye düşünürken mutlu bir şekilde döndüm. Sanki "tamam, artık daha güzel olacak her şey" düşüncesi vardı içimde, hala daha var.

Birilerinin nazarı değmesin diye kimseye anlatamadığım duygularım var Blog. Belki çevremdeki çoğu kişiye söyleyebileceğim bir durumu, kimsenin gözü kalmasın, bazı kişilerin de kalbi kırılmasın diye söylemiyorum, söyleyemiyorum. Rahatsız da değilim aslında. Böyle daha mutluyum. Önceki durumumu söyledim de ne oldu? Güya onu da saklamaya çalışıyordum.

Velhasıl, söylemiyorum, soranlara da "belki" anlatıyorum. Bilmesi gereken 2-3 kişi çevremde sürekli iletişim içinde olduğum. Onlar da biliyor zaten. Diğerlerine şimdilik söylemeyi düşünmüyorum. Özel hayatımı bilmek isteyen, kendini hissettirecek kadar ilgilenmeli benimle.

Şu kelimeyi kullanmak istemiyorum aslında; ama duygularımı özetleyen başka kelimem yok: mutluyum... İçimde huzur var, heyecan var, bir şeyleri başarma isteği var. Bunlar yoktu mesela bir süre öncesine kadar. Eksikliğini bildiğim şeye bağlıyordum. Haklıymışım.

Yine de büyük konuşmak istemiyorum. Ya da her şeyi o konuya bağlamak istemiyorum; ama hayatınızda biri olduğunda baktığınız pencere arka sokağa açılmıyor, aksine kocaman güzel bir bahçeye açılıyor. Bazen havası kapalı olan, bazen güneşli olan; ama hep yeşil kalan bir bahçeye...

Dipnot: Sevgili Blog'um, sen de bilmesi gerekenlerden olduğun için yazdım. Zaten seni takip eden biri de muhtemelen bilmesi gereken biridir.

Dipnot 2: Eski sevgililerimin hangisi acaba sevgili Blog'umu inceledi doğru düzgün diye düşünmüşümdür hep.

Dipnot 3: Bir önceki yazımda bulunan pasta tarifini yakın bir zamanda tekrar uygulamalıyım. Mesela Pazartesi? Tamam.

Dipnot 4: Türkiye'deki en çok sevdiğim şehir kesinlikle Eskişehir. Daha sonrasında memleketim Erzurum ve ikinci memleketim Trabzon geliyor.

Hop! Kaçtım ben!

7 Mart 2013 Perşembe

Mozaik Pasta Tarifi

 
Mozaik pastayı gözümde çok büyütmüşüm. Bunun, akşam mutfakta ufak bir çaba sonucunda vardığım gerçekle, büyük bir hata olduğunu anladığımı söyleyebilirim. Oysa ki yumurta kırmak ya da menemen yapmak gibi bir şeymiş. Neden beklemişim acaba yıllar boyunca?.. Yıllar boyunca dediğim de 3-4 yıldır en fazla hani.

1-2 siteden derlediğim bir sonuç üzerine egzotik bir tarif çıktı ortaya. Ki şöyle oluyor liste halinde vermek gerekir ise:

Mozaik Pasta için Malzemeler:

  • 450 gram petibör bisküvi (2.5 paket oluyor bu bebeğim)
  • 2 su bardağı süt
  • 4 yemek kaşığı kakao
  • 7.5 yemek kaşığı şeker
  • 3.5 yemek kaşığı margarin
  • 1 su bardağı ceviz veya fındık (isteğe bağlı - ben hiç koymadım, sevmiyorum sert şeyleri pastalarda)
Yapılışı:

  • Şöyle yaptım ben: Derin bir tencerede, orta boy bir tencere de olabilir, 3.5 yemek kaşığı yağı erittim. Sonra 2 su bardağı sütü ve 7.5 yemek kaşığı şekeri de katıp bir güzel karıştırdım. Epey fokurdayana kadar karıştırdıktan sonra 4 yemek kaşığı kakaoyu da ekledim. Kakao topaklarının tamamen giderilinceye kadar karıştırdım kısık ateşte. Tabii bu işlemleri yapmadan önce 2.5 paket püskevitleri orta boy kare şeklinde olacak şekilde geniş bir kaba kırmıştım. Hafif seyrek kıvamdaki karışımı, püskevit kırıntılarının olduğu kaba yavaş yavaş gezdirerek döktüm. Yarısını dökünce karıştırdım, sonra diğer yarısını da döktüm kakaolu karışımın ve tamamen karıştırdım. Tüm püskevitler kakaolanıncaya kadar karıştırdım. Adeta çırptım çırptım karıştırdım, kendimi onunla yarıştırdım! Ve önceden hazırladığım kek kalıbının içine, ki bu kek kalıbının içine buzdolabı poşeti koymuştum çıkarması kolay olsun diye, bir güzel bastırarak döktüm karışımı. Bastırarak koymakta fayda var. Çünkü daha sonra kalıptan çıkarıp, ayrı bir kaba koyacağımız için üst kısmının kötü olmasını istemeyiz bebeğim. Öhöm. Daha sonra kabı da sıyırdıktan sonra, kenarlardan çıkan poşeti de üst kısmını kapatacak şekilde kullanıp, kalıbı pencerenin kenarına koydum. Bu arada ben dikdörtgen şeklinde bir kek kalıbı kullandım. Daha rahat oldu. Epey bir oda sıcaklığına dönünce; alıp buzluğa koydum. 1-2 saat sonra çıkardığımda servise hazır harika bir mozaik pasta olmuştu. E yedim, afiyetle. Evdekiler de nasiplendi tabii. Malum, şeker insanları mutlu ediyor.


Yıllarca beklememe gerek yokmuş. Meğersem çok basitmiş ve yapılıp bir dilimle kahvemizin yanına harika gidebilirmiş. Çok güzel oldu. Benden daha tatlı olduğu konusunda şüphelerim olsa da bir dilim daha yememek için hiçbir engelim yok.

Oh. Yarasın.

dipnot: Yemeden önce fotoğrafını çektiğim doğrudur. 15-20 kez poz aldığımı varsayıyorum. 

3 Mart 2013 Pazar

RT(!) Edilemeyen Blog

Bu yazı'm tamamen diğer bir blogdaşımın bana yolladığı mim için yazılmadı elbette. Buna ek olarak bir dikkat çekme, böyle farkındalık yaratma falan; güzel, uzun, kıymetli yazılar yazanları gazlama; efendime söyleyeyim işte özetle "yazma" duygusunun hala yaşıyor olduğunu gösterme nedeniyle de yazıldı diyebilirim.

Yazmak benim nazarımda hep böyle duygularımı özgürce savurma olarak yer edinmiştir kendine. Kaç gece bilirim, kimseyle paylaşamadığım duygularımı gelip yazmıştır Blog'uma. Belki çoğu yazılarımı o anki sinirle yayınlamadan silmiş olabilirim; ama olabildiğince burada tutmaya çalıştığıma inanıyorum. Aslında Blog deyince benimki biraz daha günlüğe dönüyor. Bilmiyorum. Sonuçta buradayım ve en az 6 senedir yazıyorum. Ne yazık ki sadece son 4 senedir yazdıklarımı koruyabildim.

Arkadaşımın yakındığı şeylere sonuna kadar katılıyorum. Özellikle Twitter konusunda. Kendisinin de dediği gibi 140 karakter YETMİYOR. Yetmeyecek de. İsterlerse 280 yapsınlar ya da koca bir Blog oluştursunlar yine yetmeyecek. Neden? Çünkü Twitter artık baştan sona egosal hareketlerine ayak uydurmaya çalışan ve yalnızlığını bastırmaya çalışan insanlarla dolu. Hiç böyle bünyedeki kişilerden duygularını kelimelere dökmesini bekleyebilir misiniz? Zor. Hele o her akşam popüler etiketler listesinde çıkan #Takipedenitakipederim furyasına kapılanlar için hiçbir şey diyemiyorum. Ben pek ilgilenmiyorum artık Twitter hesabımla. Zaten son 2-3 aydır, bilmem kaç kere, açıp kapattım. Facebook için fazla kötü sözüm yok. Oraya da fazla bakmıyorum aslında. Çoğu fotoğrafımı kaldırdım. Olabildiğince sade hale getirdim. Son aylarda pek bir şey de paylaşmıyorum. Paylaşasım gelmiyor.

Ben yıllardır TV de izlemiyorum mesela. Neden izleyeyim ki? Haberleri açsam, siyasiler birbirine sataşıyor çocuk gibi, kıyamet kopmuş gibi yansıtılan ölüm sonuçlu kazalar her kanalda saatlerce yayınlanıyor, diziler saçma bir drama şeklinde devam ediyor. Eğlence programlarının ne halt ettiği belli değil... Facebook da kısmen bu şekilde benim gözümde. Listemde her türden insan kişisi mevcut. Ve çoğu kendi düşüncelerini savunan şeyler paylaşıyorlar. Neden Facebook'umda durup, onların hayat savaşlarının ne denli çamura dönüşmüş olduğunu izleyeyim ki?

Beni bir tek Blog'um memnun ediyor. Başka hiçbir şey değil. Çok mutlu olduğum anlarda da gelip yazmaya çalışıyorum mesela. Yine de çoğunlukla o zamanlar yazmak gelmiyor içimden. Birkaç batıl inancım da var bu konuda. Bilemedim...

Velhasıl, yazmak güzel şey. En az okumak kadar güzel. Son aylarda evde fazlaca kaldığım için okuma konusunda epey hızlandım. Bir yandan da rutin şekilde yazıyorum. Yazmazsam sanki bir gün patlayacakmışım gibi geliyor. Bir nevi terapi denebilir benim için...

İçinizdeki daktiloyu dışarı püskürtmeniz dileğiyle...

dipnot: Mim'i bir yere fırlatmam gerekiyordu yanlış hatırlamıyorsam; ama bilemedim kime atsam... Çünkü çok kendimleyim gibi Blog'umda.

25 Şubat 2013 Pazartesi

Ruhum Mu Olgun?

Ne zaman kaybettim içimdeki çocuğu diye düşünüyorum şu Pazartesi sabahı... Kimdi katili diye düşünüyorum mesela. Neden insanlara güvenemiyorum diye düşünüyorum. Acaba neden eskisi gibi hayal kuramadığımı, kimseye ısınamadığımı, aynı şekilde sonuçlanacağına inandığım şeylere adım atamadığımı düşünüyorum. Neden 75 yaşındaki birinin baktığı gibi bakıyorum ilişkilere? 75 yaşındaki biri nasıl bakıyor, diye düşündürüyor bu cümlem de. 75 yaşında ve yalnız olduğunuzu, sevgi ve aşk için hiç umudunuzun kalmadığını, biriyle bir araya gelip yeni bir hayat kurma konusunda isteksiz ve geç kalmış olduğunuzu düşünseniz 1-2 saniyeliğine. Benimki de bu hesap işte. Olmuyor demek ki yapamıyorum. Bir şeyleri eksik olarak görüyorum sürekli insanlara güvenme mevzusunda. Kırılıyor artık inancım kolayca, eskisi gibi değilim, o 6-7 sene önceki Arif yok. Tanıştığı, konuştuğu insanlar ona fazlasını öğrettiler bugüne kadar. Kimseye güvenilmemesi gerektiğini öğrettiler. Oysaki yol gözleyen biriydim ben, ne kadar da saftım. Hala daha safım aslında. Bu da benim kendi kalkanım galiba, uzak tutmaya çalışıyorum kendimi bir şekilde.

Dün gece eniştemde 5-10dk'lık bir muhabbete girdik. Bana 1-2 sene içinde Avrupa'daki mühendislerin Türkiye'ye geleceğini ve haliyle de buradaki firmaların "yerli" mühendislere rağbet göstermeyeceğini söyledi. En kısa zamanda askerliğimi yapıp tecrübelenmem gerektiğini söyledi. Ona da aynı cümleleri kurdum daha önce konuştuklarıma olduğu gibi. İnsan yaşadığı ülkede mutlu olma ihtimali varken mutsuz bir vatandaş olarak yaşayabilir mi acaba? Ben de yaşamak istemiyorum zaten. Onun dışında da sorunlarım var. Bunların arasında sağlıklı düşünüp kendim için bir şeyler yapmaya çabalıyorum her gün. Epey efor sarfettiğimi kimsenin anlamayışı da bonus sıkıntı olarak geliyor dünyama. Beklemiyorum insanlardan bir şey artık. Sanırım böyle kendi alıştığım yalnızlığımla hayatımı sürdürmeye çalışmam en doğrusu herkes için...

Yeğenlerimle vakit geçirdim dün. 5 aylık yeğenimin ufacık bir gülümsemesinin verdiği huzuru hiçbir şey vermiyormuş. 1 tane dayıları var. Belki bir gün o da olmayacak. Bazen geri dönüp aileme bakınca, kendime bakınca, kısaca sahip olduğum her şeye bakınca, ne kadar şükür dolu olmam gerektiğini düşünüyorum. Genelde öyleyim de zaten; ama hayatımdaki 1-2 çıkmaz var ki çözülse her şey kolaylaşacak. Çözülmüyor ne yazık ki bir türlü...

İstanbul kapalı bugün.

19 Şubat 2013 Salı

Gelecekten Bir Hayal

Elime mikrofonu aldığımı hayal edelim. Kocaman bir sahada olduğumuzu, büyük bir sahnenin önünde en az 600 bin kişinin beni dinlediğini ve benim olabildiğince mutlu bir ruh haliyle şarkı söylediğimi hayal edelim. Öyle ki herkes mutlu ve enerji dolu olsun. 45 dakikanın sonunda ben sahneden ayrılayım ve sahneyi David Guetta'ya bırakayım.

Sonra eve gideyim; ama öncesinde küçük bir partiye katılmam gerekli. Saat 10:00'da konseri bitirip; gece yarısı olacak parti için hazırlanıp kendime gelmem lazım tabii. Sevgilim yanımda olacağı için o anda; duş alıp yemek yeme faslına da onunla geçeceğim elbette. Ne yesek diye düşünürken, onun gözümün içine bakıp "hamburger?" demesini bekleyeceğim ve aldığım cevaba muzip bir şekilde "peki" diyeceğim ve McDonald's'ın yolunu tutacağız.

Partide epeyce eğlendikten sonra ertesi güne yorgun uyanacağımızı bilsek de eve gidip mutlu bir şekilde yatacağız.

- Ya da -

İşten saat 5:30'da çıkıp eve gitmek için sabırsızlanacağım. Akşam 7'de ancak eve girebilmiş; duş almış ve yemek hazırlamak için sevgilimle mutfağa geçeceğim. Belki hazır yemek yeyip TV başında dinlenmek yerine, onunla mutfakta 2 saat boyunca yemek hazırlamak daha eğlenceli gelecektir. Çünkü onunla yorulmak bile bazen eğlenceli olacaktır. 

Yemeğimizi yedikten sonra yorgunluğumuz bir anda gelecektir muhtemelen. Biraz gün içinde olanlardan, gelecek planlarından bahsedeceğiz ve ertesi sabah çok erkenden kalkacağımızı bilsek de mutlu bir şekilde yatacağız.

Ne güzel bitirdim iki hikayemi de değil mi? Ben sadece o sonu istiyorum. Şimdi sahip değilim. Olacağına inanıyorum. Ve bir gün elde edeceğimi bilerek sabırla bekliyorum. Şimdilik tek ihtiyacım sabır ve beni teşvik edecek biri, o kadar.

O zamana kadar da buralardayım...

14 Şubat 2013 Perşembe

Valentine's Day: Yani?


Ben 24. senemi yaşıyorum bünye olarak; ama hiçbir zaman "sözde" bile olsa 14 Şubat'ı dolu geçirememiştim. Kışları nedense yalnız kaldım hep. Yazları çok ateşli geçti. Baharda koşuşturmalar oldu gönüllerde hep, herkesin... Bir türlü kışa denk gelemedik. Bir de ben zor severim; ama seversem de zor koparım. O yüzden korkarım ilişkilerden yana hep. Bilmiyorum, bu konularda fazla bahsetmemeye çalışıyorum Blog'umda. Yine de bir 14 Şubat, bir ben ve "şimdilik" "kısmen platonik" bir kişi var. Mutluyuz. Şerefe!

Blog'uma 1 şey ekledim. Sağ üst köşelerine doğru. PSY'ı destekliyorum Blog'umda. Adam o güzelim şarkıyla YouTube'u rakamlarla, dünyayı da o ilginç dansıyla yakıp geçti. Ve hala daha geçiyor. Şu anda baktım mesela, 1,316,713,705 kez izlenmiş Gangnam Style şarkısı. Bana kalırsa bir 50 yıl boyunca bu rekoru kimse kıramaz. Zira yanlışlıkla gelenleri saymasak bile, tekrar tekrar izleyenler, "aa acaba hangi video en çok izlenmiş de ödül almış" diyerek gelenleri de sayarsak, sürekli artacaktır. O yüzden Koreli sanatçımızı destekliyoruz... Bu arada o hareketli gif resmini bulup uygun hale getirene kadar uğraştım bir süre. İsteyen alıp kullanabilir.

Bilgisayarımdaki deliliğimden bahsedeyim biraz da. Google ürünlerine feci sarmaya başladım. Mesela Google'ın desteğiyle oluşmuş LG Nexus 4 diye bir telefon var. Öyle böyle değil, çok şeker. Her ne kadar Iphone sahibi olmak istesem de, o cihazı, içindeki Android ve Google büyüsüyle çevrilmiş olması, bütün düşüncelerimi alt üst ediyor. Öte yandan geçenlerde dosyalarımı web ortamında yedeklemek için Google Drive'ı kullandım. Ki hala yedeklenmeye devam eden fotoğraflarım var Skydrive hesaplarım aracılığıyla. En sağlamları ve güvenilirleri onalr diye düşündüm. Diğer depolama alanları bir gün yok olacaklarmış gibi geliyor bana. Yedekleme nedenim ise, fotoğraflarımı kaybetmekten korkuyor oluşum. Harddiskim ve bilgisayarımda yedekli haldeler; ama yine de güvenemiyorum. Web'de dursunlar. Bunun dışında Google Chrome kullanıyorum 1 yıldır yaklaşık. Son haftalarda ise, Google Chrome'un Developer sürümünü kullanır oldum. Herkesten daha önde bir versiyon kullanmış oluyorum yani. Bilgisayarımda ayrıca Canary sürümü de mevcut. Ve son 2 gündür Google Chrome OS'a merak saldım. Hayır bu Google duyguları nereden geliyor bilemiyorum; yine de hepsinden öte Google Nexus 4 diyorum.

Outlook 2013 kullanıyorum yaklaşık 1 aydır maillerim için. Eskiden Live Mssenger'ı ve Gtalk'u açık tutardım sırf mail uyarıları için. Sonra Skype ile birleşince MSN, Trillian programına yöneldim. Sonra da nefret ettim messenger yazılımlarından ve kullanmıyorum. Yazışmıyorum zaten kimseyle. Facebook Chat yeteri kadar işimi görüyor. Telefondaki Whatsapp'de aynı şekilde.

Twitter hesabımı kapattım. Facebook'da zaman geçirmiyorum eskisi gibi. Blog'uma yazıyorum arada, onun dışında müzik-film amaçlı bilgisayar başına geçiyorum. Bu halimi seviyorum ve devamının da gelmesini temenni ediyorum. TV'den uzaklaştığım gibi bilgisayardan da uzaklaşacağıma inanıyorum.

Hayat çok değişik geçiyor son 1 aydır. "Değişik" kısmı da artık bu yazıyı okuyanların hayal dünyasıyla biçimlensin...

Dipnot: It's Arif, b*tch!

Dipnot 2: Burcu Güneş'in albümü çıktı bugün. Video klibi de hemen yazımın üstünde. Bence dinleyin, dinletin, satın alın, sevgilinize sarılın sımsıkı, sabaha kadar hem de. Korkmayın ezilmez. Aferin. Öptüm. Ciao!

10 Şubat 2013 Pazar

Sorunsal Sorunlar


Aslında çok haklı birçok yazı, hatta birçok çizilmiş resim, çekilmiş fotoğraf çok haklı... Mutluluk ve huzur kavramlarının hislerden farklı olarak ifade edilemeyişi çok doğru. Ne bir yazıya bir şiire, ne de bir görüntüye aktarılabiliyor. Sadece yansıtılmış oluyorlar. Ayna gibi yani. Yetmiyor... Yazılmış şeyler, çekilmiş görüntüler yetmiyor... Dokunmak, sıcaklığını hissetmek istiyor beden. Ancak öyle anlıyor mutlu ve huzurlu olduğunu. Yansımalar avutuyor bir süre, sonra tekrar arzuluyor beden o sıcaklığı. Ya mühür vuruyorsunuz duygularınıza; ya da yaşıyorsunuz her şeyi korkusuzca. Tabii yaşayabiliyorsanız...

Çok kelimem var şu Blog'da. Öyle çok ki... Biri oturup günlerini verse sayfalarca yazdıklarımı okumaya, acaba anlayabilir miydi neler hissettiğimi, merak ediyorum. Anlaması bana yeter miydi şu saatten sonra? Yoksa öylesine; okudum, güzel yazmışsın, deyip geçmesi yeterdi "tamam, sen de okumuşsun diğerleri gibi" dememe? Bilmiyorum...

Evet, yine karışık bir zamanımdayım. Çoğu sefer olduğu gibi aslında. Çok yormayacağını düşünüyorum bu ruh halimin. Geçeceğini hepimiz biliyoruz. Çünkü biliyoruz ki çok güzel boşverebiliyorum; biliyoruz ki çok güzel erteleyebiliyorum; biliyoruz ki bir anda güzelce vazgeçebiliyorum. Biliyoruz ki korkuyorum.
Çok sevmekten korkuyorum mesela, kapılıp gitmekten korkuyorum. Yine aynı hataları yapmaktan, kullanılmış gibi hissetmekten korkuyorum. Hak etmediğim şeyleri tekrar tekrar yaşamaktan korkuyorum. Bunların bana tarifi mümkün olmayan bir acı vermesini bilmeme rağmen, üzerime çekmekten yakınıyorum. Ve vazgeçmelerimin çok kolay olmasından dem vuruyorum bir çok zaman içimde; ama yine de üstüne gidemiyorum.

Her geçen günün verdiği "ne yapacağım ben" sorusunun ağırlığıyla yaşıyorum. Su içerken, yemek yerken, birini özlerken, film izlerken, mail yazarken... günümün her bir saniyesinde derinden hissediyorum. Bazen bu kadar şey görüp yaşamış olmamın garip ağırlığında eziliyorum. Bazen isyan eder gibi oluyorum çektiğim yükten dolayı. Bazen susuyorum; hatta çoğu zaman susuyorum. En suskun halimde buraya geliyorum. Biraz kusuyorum içimdekileri, rahatlıyorum belki, sonra normal hayatıma dönüyorum.

Özlediğim duyguları yaşıyorum şu sıralar. Düşündükçe gözlerime yaşlar doluyor. Özlem duygumu kontrol edemiyorum. Etrafıma çektiğim kalın duvarları ellerimle yıkıyorum. Adeta elime bir sopa veriliyor "hadi Arif, bunu yapabilirsin kendin için, benim için, ikimiz için" der gibi. O zaman daha da ağlayacak gibi oluyorum. Sonra susuyorum. Kabuğuma çekiliyorum. Kimsenin bana dokunamamasına, ulaşamamasına neden oluyorum. Oysaki bilseler o zamanlarımda aslında daha da hassas olduğumu daha kolay ulaşılır olduğumu... Vazgeçer miydiler sence Blog? Sahi Blog, vazgeçmeyi neden diğer insanlar gibi algılayamıyorum ben? Neden vazgeçmek deyince hep karşımdaki insanların iyiliği geliyor aklıma, kırmamak üzmemek için bırakıp gidişlerim geliyor aklıma? Neden ben de kendi menfaatlerim için bırakıp gidemiyorum bir gün olsun?

Vazgeçmek istemiyorum artık Blog. Artık vazgeçmek istemiyorum... Bana yardımcı ol, olur mu?..

Çünkü çok ihtiyacım var her şeye...

29 Ocak 2013 Salı

O, Ben ve Diğerleri


O...
Ne zaman kendini sevdirdin diye düşündüren,
Varlığınla, yokluğunu belli ettiren,
Bazen üzdüğümde yürek acısını hissettiren,
O... ne gidebildiğim ne de kalabildiğim...


Aldığım nefesi, geri verirken bile korkuyorum bazen. Acaba nefesimi kim çekecek diye korkuyorum. Başka biri benim nefesimin izlerini en iğrenç birinin dudaklarında sezerse diye korkuyorum. Hatta korkuyorum... bir başkasının nefesini almaktan korkuyorum...

Korkularımın üzerine gidemeyişimden ben de en az herkes kadar yakınıyorum. Hatta fazlasını yapıyorum, kaçıyorum. Hani kaçan kovalanır ya, o misal, hep sevmişimdir kaçmayı, en iyi yaptığım şey hatta. Aşık usandırmamaya çalışıyorum bu tip durumlarda. İnsaflıyım yeteri kadar, hak edilen kadar belki de.

Ucunda kesin bir ışık olmayan her şeyden uzaklaşıyorum mesela, kaçıyorsam bunun korkusundan kaçıyorumdur. Sonra susuyorumdur. Sessizliğe gömülüyorumdur. Geçen akşam attığım tweetteki gibi yaşıyorumdur hayatımı genelde:
Ben...
Önünde setler olan bir nehir,
Geçmişinde masallara konu olmuş bir vezir,
Geleceğe korkuyla yaklaşan bir ışık,
Ben... kurulası hayallere adanmış bir esir...


Kolay mı acaba buralardan o kadar rahat bir şekilde çekip gitmek diye düşünüyorum. Mutsuz olduğum konuları duyuramamanın verdiği ağırlığı da yanımda götüreceğimi bile bile, hala daha gitmek istemekle doğru mu yapıyorum diye düşünüyorum. Elimden gelenleri bilememenin verdiği baskıyla, aslında elimden gelmeyenlerin verdiği acı gerçeklerle savaştığım şu günleri düşünüyorum. Maddi fakirliğin, manevi zenginlikle cebelleştiği bir hayatın en uç noktasında umutlarıma nefes vermekle boğuşuyorum neredeyse her gün. Anlaşılamamanın verdiği duyguyla, yalnızlığın asla bırakmadığı bir bedenle, küçük parıltılarla, sanki spot ışıkları altında dans ediyormuşçasına yaşadığım bir dünyayı kendime ev olarak tanımakla yetiniyorum. Ve yoruluyorum. Sadece, tek yapabildiğimi yapıyorum... yoruluyorum.

Diğerleri...
Hayatımı yaşama şeklimi belirleyen,
Varlıklarıyla korkutan,
Baskılarıyla cehennemi andıran,
Diğerleri... söküp atamadığım kanser gibi...

27 Ocak 2013 Pazar

Patates "Pazar"tması

Öncelikle tüm iyi kalpli insanlara iyi Pazarlar diliyorum!

Diğerlerine ise:


"You know what, I'm gonna take it easy, I mean anything by it. Cuz Imma big boy, bitches!" diye Pazar yazıma devam etmek istiyorum... İnsan her gece ümitsizliğe düşüp, ertesi günler için plan yapıp, her sabah boşverip, laylaylom -ki çok hoş bir yaşama biçimidir- şekilde yaşar mı? Yaşar, yaşıyorum... 

Son 4 gündür aklıma bir projeye katılma fikri var. Tamamen buralardan uçup gitmemi sağlayacak bir proje. Başvurmayı düşünmüyor değilim. Aklımın ucunda sürekli kapılarımı tekmelercesine duruyor. Mantıklı geliyor, çünkü başka türlü kaçamayacağımı düşünüyorum yurt dışına.

Zor bir iş vesselam. O kadar ülke gör, o kadar yaşa, sonra da gel annenin babanın dizinin dibinde otur. Bu mantıklı mı? Çoktan beyin göçü olmalıydı böyle bir insanın. Bu konuda isteksizlere şaşırıyorum; ama anlıyorum da çoğu zaman. Zira Amerika'ya giderken yanımdaki ve tanığım bazı kişilerin tamamen cinsel dürtülerden ötürü yurt dışında bulunduklarını görünce "hımm çay alayım ben o zaman." moduma geçmiştim. Öyle kimselerden bekleyemezsiniz tabii ki bu ülkede mutsuz olabileceklerini. Çünkü başka bir ülkeyi başka amaçlarla gören kimseler çoğusu... Demem o ki bildiğin herhangi bir yol, yapılabilecek herhangi bir yardım, feci makbule geçer... İletişim bölümünden bana ulaşmanız doğrultusunda ilk sevaplı adımı atmış olursunuz.

Ben olsam benle sevgili olurdum. Gerçekten. Yalnız mümkünse sorunlarım hallolduktan sonra sevgili olurdum. Çünkü şu halimle çekilmiyorum. Bence yani. En azından insanların benden alabilecekleri performansın yarısını bile gösteremiyorum galiba. O yüzden bilemiyorum. Ben de zaten uzak durmaya çalışıyorum ikili ilişkilerden. Yine de beni bütün dertlerimden kurtarabilecek biri olursa, why not? derim. Tabii öyle biri olmadığını Pollyanna, Pamuk Prenses hatta yedi cüceleri bile biliyor.

Pazarları da Cumalar gibi seviyorum. Tabii Cumaların yeri ayrı bende. Bu Pazar da bir böyle boşlamışlık, bir vurdumduymazlık var üstümde ve nedense Fuck You cümlesine takmış hatta şu şarkıyı da Pazar günü melodisi olarak seçmiş bulunmaktayım. Dinleyebiliriz...

Dipnot: Hamburger yemeği çok özledim, kızarmış patates yemeyi çok özledim. Diyet yüzünden verdiğim 58 günlük işkence yüzünden mutsuzum. Yine de üzgünüm, I'm good at it, bitches!


22 Ocak 2013 Salı

Susuyorum

Ben uslanmam Blog. Konu duygular olunca uslanmam. Ondan eminim. Çünkü sevgi konusunda zamanında en ağırını yemiş, yerin dibine batmış biri olmama rağmen, bu iğrenç ötesi ortamda hala nefes almaya çalışıyorum. Nefes? Suçlu olduğum faktör ne? Umut...

Bitmedi bir türlü *küfür* umudu. O klasik "nefes alıyorsan, hala umut vardır" sözü ne kadar da doğru. Mecazi anlam yüklenmesi daha makbul olan cümlenin, fiziksel açıdan da doğruluğunu o kadar çok yaşıyorum ki anlatamaz hiçbir kelime. Fakat çok yoruldum, usandım, bıktım. Hala aynı beklentilere girebiliyor oluşuma tüm öfkem, hala onlardan biri olarak, aynı etiket altında yaşıyor olmama bütün nefretim, isyanım...

Vazgeçmiş olmam lazımdı şimdiye; ama diğerlerinin sözüyle kandırdım kendimi her defasında, "daha yaşın 24, ne gördün ki?".. Bunu 17 yaşımdan beri duyuyorum. Ne değişti Blog? Para kazanmaya başlamamış olmam, hayata atılmamış olmam, elim ekmek tutmuyor oluşu, hayat kavgasına bulaşmamış olmam; gerçekten de bazı duyguları yaşayıp hissetmek için, yaşım çok mu erken olduğunu gösteriyor? 30 yaşımda da aynı tepkiyi göstereceğimden adım gibi eminim. Çünkü bu b*ktan dünya, iyileşmek gibi bir değişim göstermiyor; aksine daha da iğrenç, vurdumduymaz, pis ve tüketim meraklısı insanlarla doluyor. Sanki dünyaya gözlerini açan her çocuk, masumiyetini en fazla 2-3 hafta yaşıyor gibi hissediyorum. Yine de bunları yazdıktan sonra hiçbir şey olmamışçasına hayatıma devam edebiliyorsam, tek sebebi, o öldüremediğim, umut denen şeydir.

Bazen küçük bir valize birkaç eşya koyup, hiç bilmediğim yerlere gitmek istiyorum. Beni hiç tanımayanların olduğu, her şeye sıfırdan başlayabileceğim bir yere. Geçmiş o kadar yoğunlaştı ki artık taşıyamıyorum. Geçen her gün daha da fazlasını bırakıyor mazi kefesine.

Susuyorum. Ben dertlerimle doldukça susuyorum, içime atıyorum sürekli. Çünkü bağırıp çağıramıyorum, tepkimi gösterebileceğim kimse yok. Kim suçlu? Kimi, neyi suçlayabilirim? Hiçbir şeyi, hiç kimseyi... Susuyorum o yüzden. Kimsenin faydası olmuyor, kendime faydam olmuyor bazı konularda. Vazgeçmek en güzel, en kolay, en rahat çözüm oluyor; ama bu sefer de vazgeçemiyorum. Vazgeçmeyi gururuma, hayallerime ve saygı duyduğum kişilerin hatrına ödetemiyorum. Yine de bazı şeylere daha fazla katlanamayacağım. Belki temelli vazgeçmiyorum şu anda; ama tamamını ertelemeye karar verdim. Ne zaman, kiminle olduğu konusunda hiçbir fikrim yok. Elimden gelmiyor hiçbir şey.

Susuyorum.

18 Ocak 2013 Cuma

Beklentisiz

Anlaşılamıyor olmaya alıştığımı düşünüyordum; ta ki destek görmem kişilerden farklı bir açıyla bana yaklaşmalarını gördüğümden beri... Ailemi zaten es geçiyorum. Artık çevremdeki insanları da es geçiyorum. Çözüm sunamıyorsa bence insanlar, en azından anlamaya çalışsınlar. Kendi doğrularıyla, inançlarıyla, manevi değerleriyle yaklaşmasınlar bana. Tek istediğim budur artık...

Yurt dışı ile ilgili en büyük hayalim için geç kaldığımı öğrendim dün. Bütün akşamım mahvoldu. Değdi mi? Belki hayır; ama sinirliyken daha rahat gördüğüm şeyler olabiliyor benim. Neden derseniz, ruhsal durumum iyi olduğu zaman olaylara, kişilere kesinlikle iyimser ve anlayışlı yaklaşıyorum. Hatta çoğu zaman hata ederek, beğenmediğim yanları bir güzel örtüyorum. Sinirli ve olaylara tepkiliyken bu durum ortadan kalkıyor ve sonuç? Daha çok gerçeklerle yüzleşip, doğru karar alabiliyorum. Dün akşam da böyle oldu kısmen bazı durumlara/kişilere/zamanlara karşı.

Tek istediğim biraz olsun anlaşılmak. Sonra biraz desteğine ihtiyaç duyacağımdır o kişilerin. Sonra belki daha rahat bir şekilde düşünüp daha doğru adımlar atacağım. Tek istediğim bu-ydu...

Cuma günlerini severim, bilirsin Blog. Annem ve babam arkadaşlarına gittiler. Ben de gitmeyi istiyordum bu sefer aslında, sonradan vazgeçtim. Evde kalıp Cuma gecesini kendime ayırmak istedim. Şimdi elimde kahvem, çok ufak parça çikolatam ve duygularımla seninleyim her zamanki gibi Blog.

Bugün, sipariş edeli tam 1 ay geçmesine rağmen, elime ulaşan küçük-şeker şeylere sahip oldum. Fotoğraftaki DeviantArt'dan aldığım düğmeler çok şeker duruyor bence. Amerika'dan neden bu kadar geç geldiğini anlamadım. 30 gün? Aslında çok da geç değil. En ucuz şekilde yolladıkları için haliyle böyle oldu. Neyse, muhtemelen çantama takacağım dördünü ya da ikisini. Emin değilim. Mutlu oldum. Bilirsin böyle küçük şeylere fazla sevininiyorum. Daha anlamlıları gelince zaten hayattan kopuyorum. Neden böyleyiiiim? 8|

Aliexpress.com ve Dealextreme.com sitelerinden de ufak birer şey sipariş vermiştim. Onlar da ancak dün yola çıkmışlar. Bakalım Çin'den kaç güne gelecekler. Gelince buradan bildiririm yine. Umarım elime ulaştırırlar!!!

Ne yapmalıyım Blog? Geçen bir arkadaşım, sen kendinin farkında değilsin, dedi. İyi anlamda söyledi bunu. Ben de ona mütevaziliğin dibini yaptım. Haklı mı acaba?.. Öyleyse neden bana da bir kapı açılmıyor ki yurt dışına defolup gideyim? Buradaki her şeyden bunaldım. Yarım yamalak sevgilerden, sahte gülümsemelerden, çıkarcı, bencil insanlardan. Ekonomik anlamda aileme bağlı olduğum gerçeğini sürekli yaşıyor olmama zaten hiçbir şey diyemiyorum.

Bugün askerden dönen bir arkadaşımla muhabbet ettim ayaküstü. Ne yap ne et muaf ol askerlikten dedi. Bense böyleyim: "..." Neyse bu konuda fazla bir şey demek istemiyorum.

Bütün kozlarımı kullandım gibi sana karşı hayat. Senin kazanacağın belliydi her sefer. Öyle de oldu çoğu zaman. Yine de biraz ışığı hak edecek bir insanım ben. Gerçekten...

15 Ocak 2013 Salı

Peki?

Olabilir. Gerçekten çok doğal, yani olabilir. Şu anki hallerimi aslında yaşamıyor olabilirim. Belki 24 yıldır büyük bir rüya görüyor olabilirim. Nasılsa beyin hızlı çalışıyor, bazı şeyleri rüya gibi kısa ve tutkulu şekilde yaşamış olup; diğer zamanları kabus gibi geçirmemin başka bir açıklaması olamaz bence. En azından ben öyle düşünüyorum. Diğer yanım ise gerçekleri daha ızdıraplı yaşamam gerektiği için, o kısa ve tutkulu anların hayatıma sokulmuş olduğunu düşünüyor.

Önüme tabakla koyulmasını beklemiyorum yemeğin. Evet, belki biraz bekliyorum. Belki biraz öyle alıştım, belki bunu hak ettiğimi düşünüyorum her anlamda; ama boş tabak bile koyulmuyor be Blog. Merak etme, dünyanın adaletsiz olmasından bahsetmeyeceğim. Yanlış insanların yanlış yerlere kolayca gelebildiğinden, hak etmeyenlerin mutlu olduğundan vs. bahsetmeyeceğim. Bunlarla içini karartmak istemiyorum.

Son birkaç saattir yeteri kadar fazlalık gibi hissediyorum. Zahmet, masraf vs. adını sen koy. Karışık bir ruh halindeyim. Belki ben abartıyorumdur diye düşünülebilir; ama hayır. Kesinlikle alakası yok.

Kanat takıp uçmayı dilerdim. Meleklerin cinsiyeti yok nasılsa. Ya da var mı Blog? Beyaz ve tüylü oldukları için neden feminen olarak algılanıyor sence? Neyse.

Sorunumu biliyorsun Blog. İnsanlar...

Annem, babam, çevremdeki insanlar, konuştuğum insanlar, insanlar...  Şaşırmıyorum artık. Fazla yormamaya çalışıyorum düşüncelerimi; ama olmuyor. Ölümü bir seçenek gören, belki şaka da olsa, biri olarak, çok kolaya kaçtığımı ben de düşünmüyor değilim; ama hiçbir şekilde oturma ve çalışma vizesi veren bir ülke olmadığı sürece, o da kaçınılmaz bir son gibi geliyor.

Önceki yazımdan dolayı yaptığım 1-2 muhabbetten ötürü neden intihar ya da sonucu ölüme giden bir şeye başvurduğumu düşüneyim dedim de, sanırım bazı şeyleri kendime ve aileme yaşatmaktansa ölmeyi tercih etmek daha "benim" çekeceğim bir acı gibi geliyor. O şekilde de bir acı yaşanacağı kesin. Bilmiyorum. O kısmı düşününce de yapamıyorum ya zaten.

Şu şarkıya takıldım yine, dönüp duruyor şarkı listesinde tek başına:


Başarıya ulaşmak zorundayım. Bunu kendim için yapmalıyım. Yapacağım da. Ne kadar kötümser de yazsam, bir şeyleri başarmak zorundayım Blog. Bazen elimden bu kadarı geliyor. Ne yapabilirim, ben de insanım. Tıpkı anlayamadığım diğer insanlar gibi...

13 Ocak 2013 Pazar

Bilemedim

Bilemedim sevgili Blog. Bilemiyorum hatta. Ne yapsam bilmiyorum. Hayatıma birini almak istiyorum; ama istemiyorum da aynı zamanda. Muhtemelen almayacağım da. Ya da aladabilirim. Almalı mıyım? Bence hayır. Hayatımı düzene sokmadan hele ki. Öncekileri aldım da ne oldu? Sahi ne oldu onlara blog? Aman ne halt yerseler yesinler. Ben en önemlisini hayatımda tutuyorum bana çok uzak da olsa. Çünkü bir tek o beni üzmedi... Diğerlerine sevgili bulma konusunda başarılar. Bu boktan hayatta bakalım ne bulacaklar.
44 gündür diyette oluşum ve sanırım tam 1 aydır hamburger yememiş oluşum; bende feci halde MCDONAAAALLDDS!!! çığlıkları attırıyor. 70.5 kiloluk adeta bir HERKÜL vücudumun hakkını veriyorum vermesine de, hamburger istiyorum ben. İstiyorum Blog. Bunu istiyorum! Ve sanırım ya Eskişehir ya da Ankara; en olmadı İstanbul'da yiyeceğim! Neyse fazla yemeğe girmesem iyi olur. Akşam yemeğime daha 1 saat var.

Ben en çok birini mutlu edince mutlu oluyorum; ama sevgimi, ilgimi gösterdiğim şekillerde olunca oluyor. Biri benimle konuşurken keyif alıyorsa, mutlu oluyorsa sözlerimden, bakışlarımdan, yazdıklarımdan belki ya da paylaştıklarımdan... ben de mutlu oluyorum. İçim, böyle bir şeyleri paylaşmış olmanın verdiği huzurla ve sevinçle doluyor. İyi bir şey değil mi bu Blog? Bencillik değildir sanırım...

Maciej isimli arkadaşımın bana önerdiği hatta zorladığı şeyi araştırıp harekete geçmeyi düşünüyorum elimden geldiğince. Korkak adımlar atsam da bu konuda, elimden geleni yapmam gerekiyor. Aksi halde olacaklar/olabilecek hiç güzel değil. Değil, zira ben intihar edeceğim dediğimde şaka olarak algılanması da güzel değil. Bilemedim bu yüzden Blog. Ben İstanbul'u özledim, Virginia Beach'i özledim, Akçaabat'ı özledim...

6 Ocak 2013 Pazar

Duygusuz Ben

Az önce bir film izledim. Gay temalı bir filmdi. Kısa süreli yaşananlara rağmen, duygularından emin olmayan iki kişinin, aralarına giren mesafeyle bitmek zorunda kalan bir ilişkisi anlatılıyordu, bana göre. Pek eş cinsel temalı filmler izlemem. Aslında bu tarz hiçbir drama izlememeye çalışıyorum. Çünkü 2009 yılından beri izlediğim komedi dizisinde ufacık bir duygusal sahne bile geçse ağlamaya başlar(-d)ım. Bu seferkinde ağlamadım. Duygulandım biraz; ama ağlamadım. Nedenini bilmiyorum. Ya da biliyorum. Artık eskisi gibi duygusal değilim. Yani izin vermiyorum duygularıma dağılmaları için. Daha dik duruyorum, daha az kırılacak şekilde. Uzun bir süredir deniyordum. Sanırım artık çok iyi beceriyorum.

Film güzeldi. Bence birçok insan eş cinsel insanların ne tarz bir yaşama sahip olduklarını anlayabilir bu film sayesinde. Filmin beni duygulan tarafı, benzer bir ilişki yaşamamdan dolayı tamamen. Ben de zamanında mesafeler yüzünden, belki de tüm hayatımı daha güzel kılacak bir şeyi geride bırakmak zorunda kaldım.

Amerika'da kalmak kolay değil-di o an. Resmi anlamda değildi en azından. Yoksa Türkiye'nin taşı toprağı altın, vatanım, milletim, diye diye koşmadım tabii ki. Çok sevenler buyursun, yaşasınlar güzel ülkelerinde. Öyleydi benim de hikayem 2009 yazında Amerika'dan dönerken. İstemeyerek bırakıp dönmüştüm her şeyi. Daha sonrasında yaşadığım 1-2 ilişkiye ne kadar "ilişki" diyebilirsem, öyle yarım kalmamıştı her şey.

Şimdi ne yapıyorum, diye soruyorum kendime. Bir daha öyle tutkulu ve gerçek bir şey yaşayamayacağıma inanmış durumdayım. Kalın duvarlarım var demiyorum elbette. Kırılabilir hepsi. Kırmak için uygun bir yer, uygun bir zaman ve kişi olduğu sürece... Sanırım duvarlarıma her geçen zaman yenilerini ekliyorum. Daha da güçlü oluyorum bu şekilde. Yine de fark etmeden daha duygusuz olduğumu hissettim bu filmle birlikte. 2009 öncesine döndüm artık.

Şimdi neyin peşindeyim, diye soruyorum bazen de. Daha da yalnızlaşmak için elimden geleni yapıyorum. Daha soğuk olmak için, daha yenilmez olmak için. Görüyorum ki başarıyorum. Elime ne geçeceği konusunda hiçbir fikrim yok. Ama en azından gereksiz birileri için kalbimin kırılmasına, maddi-manevi anlamda harcanmaya izin vermiyorum. Elimde yeteri kadar fırsat olsa, daha da yalnız kalacağım bir ülkeye gitmeyi öyle çok istiyorum ki... Belki bir gün bu satırları çok başka bir dünyadan yazarım.

4 Ocak 2013 Cuma

Önden Buyur 2013

Ve 2013 yılımın ilk yazısı. Bu yıl, herkesin de dediği gibi, benim yılım! Geçen de bir arkadaşıma bu yılı tarif ederken kullandığım gibi: 2013 dananın kuyruğunun kökünden koptuğu yıl benim için!

2013 için çok büyük isteklerim var Allah'dan. İyi bir kul olup; hepsini hak edeceğime inanıyorum. Bu yıl tekrar aşık oluyorum. Kimse kusura bakmasın. 2009'daki gibi bir sona maruz kalmadan aşık olacağıma inanıyorum bu sene. Tabii önce bir adet düzenli yaşam ve uygun profilde sevgili lazım. Bununla birlikte maddi anlamda da iyi bir düzene sahip olacağıma inanıyorum. 2014'e girerken bu yazıyı nasıl okuyacağım acaba...

Şaka bir yana, acaba dediklerim şaka mıydı, 2013 için güzel hislerim var. 2012'yi iyi bir şekilde tamamladığımı düşünüyorum. İyi, kötü; güzel, çirkin... bir şekilde geçti gitti. 2013 için daha güzelini nasip eder inşallah Allah.

Bugün Cuma. Malum, en sevdiğim hafta günü. Sevme nedenlerimden biri de, inançlarım için güzel bir anlam ifade eden gün olması... Birçok inanıştan ve inanmayıştan arkadaşım var çevremde. Kimseyi yargılamıyorum. Hepsini ayrı ayrı seviyorum; ama bende Cuma'nın etkisi çok başka. Hele bir de camiye gidiyorsam namaz için... Geçen gün başka bir arkadaşımla ilişkiler üzerine konuşuyorduk. Sorumuz: Neden insanlar cinselliği bu derece iğrenç ve rahat yaşayabiliyor, idi. Sonra düşüncelerim üzerine cevap verdim: Dini anlamda bir inanış yok. Duygusal anlamda bir inanış zaten yok. Tüketim meraklısı bir toplumuz. Ve kolay olarak edilen geçici hevesler daha da ilgi çekici hale geliyor.

Haksız da sayılmam hani. İnanç, dini ya da diğer anlamda olsun, insanın ve dolayısıyla toplumun huzurunu ve beraberinde düzenini sağlayan çok önemli bir manevi etki. Tanrı var ya da yok tartışması yapmıyorum; daha çok vicdan muhakemesi benimki.

Aslına bakarsanız; bunları düşünüyordum 3 gündür. Aslında 2013 benim için bugün başlıyor...