Ufacık bir umut, Blog. O kadar küçük bir umut ki içimde barındırdığım, artık ne ben yerini bulabiliyorum ne de var diyebiliyorum. Ne canlandırmaya yetecek enerji var dışarıda ne de sahiplenecek biri.
Hepsi, herkes bir etiketten ibaret sanki. Üstlerinde fiyatları yazıyor. Artık o kadar bariz şekilde yazılı ki kafamı çevirmekten kendimi alamıyorum kalabalıklar içinde. Herkes konuşuyor. Dilsiz olsaydık hepimiz keşke. Tek gürültü çevreden gelen sesler olsaydı mesela. Konuşmasaydık. Öyle anlaşmaya çalışsaydık. Cesaretimiz yeter miydi sence?
Neyse.
Yalan söylemiyorum; yazacak kimsem olmadığı için, yalnız olduğum için, beni anlayacak ya da anlamak için çabalayan kimsem olmadığı için, bugün çok bunaldığım için tekrar yazıyorum sana. Yoksa gerçekten yazmaktan vazgeçmiştim artık. Yazmak da yük gibi geliyordu. Ondan da kaçmıştım aslında bir nevi. Çünkü önce insanlardan sonra da bana iyi gelen her şeyden uzaklaşmaya çalışıyordum bir dönem. Meğer çamurun içinde debelenip duruyormuşum. Bilmiyorum. Birkaç arkadaşım var ama hani hepsinin derdi ayrı ve ben çok iyi öğrendim hiçbirine derinleşmeme konusunda.
Niye bunaldım diye merak ediyorsun tabii. Uzun bir zamandır değişmeyen hayatım, malum. Onu geçiyorum. Bugün dışarı çıktım 2-3 arkadaşla buluşmak için. Hava soğuktu. Ankara soğuğunu özledim o derece. İstanbul'un nemli soğuğunun işlemediği yerim kalmadı. Ama olsun soğuk hava güzel. İyi hoş gezdik, yedik içtik, eğlendik. Pek benimle bütünleşmeyen şeyler olsa da, gözüme bir şey çarptı, konuşma/işitme engelli 2-3 kişi, ellerinde telefonları ve malum uygulamalar... Bilemiyorsun, herkes bir arayışta. Sonları muallakta olan arayışlar... Biraz beni aldı götürdü tabii. Bugün ay tutulması da var. Malum ben pek etkileniyorum. Bu arada kendime not: Taksim'deki Espressolab'a gitme Arif. Teğet geç.
Bu arada Blogger'a hep istediğim şey olan emojiler gelmiş. Ve bu dönüş yazımı en sevdiğim emojimle kapatıyorum.
🍔
Birlikte hamburger yediklerimiz bol olsun Sevgili Blog.
12 Şubat 2017 Pazar
30 Eylül 2016 Cuma
24 Eylül 2016 Cumartesi
Sen Orda Yok Musun?
Son 2-3 gündür hastayım Blog. Başında doktora gittim, antibiyotik ve 1-2 ilaç verdi. Onları kullanıyorum. Bizimkiler devremülke gittiler, ben gitmedim. Evde yalnızım. İki hafta kadar. Kafamı dinliyorum galiba...
Dün, en son ne zaman yaptığımı bile hatırlamadığım bir şey yaptım gün içinde: 5 vakit namaz kıldım vaktinde. Tabii en sonunda yatsı namazı duasına kadar bekleyen gözyaşlarım boşaldı gözlerimden. Zaten burnum tıkalı, gözlerim şiş, tuhaf bir haldeydim. Hep sormak istediğim, ama her sefer içimden geçirdiğim şeyleri sordum O'na kısık bir ağlamaklı sesle bu sefer. Bu sefer kapattım galiba o soru kısmını. Tekrar sormam sanırım neden ben, neden bir tane değil de birkaç tane dert diye.
Şu anda böyle kim gelse karşıma dert anlatsa, ona karşıma sanki Hitler gelmiş de yaptıklarından pişmanmış da bana yakınıyormuş gibi bakardım. O derece tepkisizim...
Ev sessiz. Bazen soğuk, bazen siyah beyaz, bazen kırmızı. En güzel anlardan biri de dizilerimi usb diske atıp TV'den izlemek galiba. Daha güzel. 2+1 ses sistemini bağlamayı düşünüyorum bir de. Artık biraz da bas verme zamanı...
Ben en iyisi gidip bir film izleyeyim.
Şunu da buraya ekleyeyim:
Dün, en son ne zaman yaptığımı bile hatırlamadığım bir şey yaptım gün içinde: 5 vakit namaz kıldım vaktinde. Tabii en sonunda yatsı namazı duasına kadar bekleyen gözyaşlarım boşaldı gözlerimden. Zaten burnum tıkalı, gözlerim şiş, tuhaf bir haldeydim. Hep sormak istediğim, ama her sefer içimden geçirdiğim şeyleri sordum O'na kısık bir ağlamaklı sesle bu sefer. Bu sefer kapattım galiba o soru kısmını. Tekrar sormam sanırım neden ben, neden bir tane değil de birkaç tane dert diye.
Şu anda böyle kim gelse karşıma dert anlatsa, ona karşıma sanki Hitler gelmiş de yaptıklarından pişmanmış da bana yakınıyormuş gibi bakardım. O derece tepkisizim...
Ev sessiz. Bazen soğuk, bazen siyah beyaz, bazen kırmızı. En güzel anlardan biri de dizilerimi usb diske atıp TV'den izlemek galiba. Daha güzel. 2+1 ses sistemini bağlamayı düşünüyorum bir de. Artık biraz da bas verme zamanı...
Ben en iyisi gidip bir film izleyeyim.
Şunu da buraya ekleyeyim:
15 Eylül 2016 Perşembe
Yazarsam Geçer
Önce biraz havalardan bahsedeyim. Belki sakinleşirim az da olsa. Eylül dedim, sonbahar geliyor dedim; gelmemiş gibi sıcaklar yükseldi adeta. Ta ki şu birkaç güne kadar. Bugün gayet serin bir havayla yazıyorum sana Blog.
Biliyorsun kurban bayramını yaşıyoruz. Etrafın et kokmasından, benim yine bir süre kırmızı et görmek istemeyişimden bahsetmeyeceğim. Ablamgil, eniştelerim ve yeğenlerim, geldiler. Çocuk sesleri, siyaset, dedikodu... hepsi geçildi sırayla. Bense kendi köşemde oturdum. Salı akşamı yayınlanan iOS 10'u önce kendi telefonuma, sonra ablalarımınkine yükledim. Reset atarak yüklediğim için ekstra efor harcadım her birinde. iPhone 5, 5S ve 6 modellerine yüklemem; bana daha bir ekstra yük oldu. Çoğu kişinin şikayet ettiği yeni klavye tıklama ve kilit sesini ben gayet beğendim...
*****************************
Neyse ki bu bayramda üzerime gelinmedi çok. Mevzu daha da kritik konularda ve başkaları hakkında oldu. Kaldıramazdım demiyorum, ama boş yere konuşmuş olurdu insanlar diyorum Blog. Kendimi bazen gereksiz şeylerle uğraşırken buluyorum şu sıralar. Ya da acelesi olmamasına rağmen uğraştığım şeylerle... Sebebini biliyoruz, öteliyoruz kendimizi. Bakalım nereye kadar, değil mi?
İçimden çoğu kişiye "aman siz çok iyi biliyorsun. Her b.ku biliyorsun, tebrik ederim." diyesim geliyor. Demiş sayalım buradan yine de Blog, içimde kalmasın. Belki okurlar falan. İyi olur.
****************************
Seyrek yazmamın sebebi, yazacak bir şeyler bulamıyor oluşum değil. Hiçbir güzel haber paylaşamıyor oluşumdan dolayı Blog. Aynı tempoda geçen günlerimin özetini buraya aktarmak da istemiyorum. O yüzden yazamıyorum. Bazen şimdiki gibi yazmak geliyor sadece içimden. Belki gerçekten isteyip de yazamadığım konulardan dolayı az biraz rahatlama sağlarım diye, belki yazınca geçer diye.
Yazınca geçer mi Blog? Yazınca hiç geçti mi acaba. Keşke yazınca geçse be Blog. Keşke...
Biliyorsun kurban bayramını yaşıyoruz. Etrafın et kokmasından, benim yine bir süre kırmızı et görmek istemeyişimden bahsetmeyeceğim. Ablamgil, eniştelerim ve yeğenlerim, geldiler. Çocuk sesleri, siyaset, dedikodu... hepsi geçildi sırayla. Bense kendi köşemde oturdum. Salı akşamı yayınlanan iOS 10'u önce kendi telefonuma, sonra ablalarımınkine yükledim. Reset atarak yüklediğim için ekstra efor harcadım her birinde. iPhone 5, 5S ve 6 modellerine yüklemem; bana daha bir ekstra yük oldu. Çoğu kişinin şikayet ettiği yeni klavye tıklama ve kilit sesini ben gayet beğendim...
*****************************
Neyse ki bu bayramda üzerime gelinmedi çok. Mevzu daha da kritik konularda ve başkaları hakkında oldu. Kaldıramazdım demiyorum, ama boş yere konuşmuş olurdu insanlar diyorum Blog. Kendimi bazen gereksiz şeylerle uğraşırken buluyorum şu sıralar. Ya da acelesi olmamasına rağmen uğraştığım şeylerle... Sebebini biliyoruz, öteliyoruz kendimizi. Bakalım nereye kadar, değil mi?
İçimden çoğu kişiye "aman siz çok iyi biliyorsun. Her b.ku biliyorsun, tebrik ederim." diyesim geliyor. Demiş sayalım buradan yine de Blog, içimde kalmasın. Belki okurlar falan. İyi olur.
****************************
Seyrek yazmamın sebebi, yazacak bir şeyler bulamıyor oluşum değil. Hiçbir güzel haber paylaşamıyor oluşumdan dolayı Blog. Aynı tempoda geçen günlerimin özetini buraya aktarmak da istemiyorum. O yüzden yazamıyorum. Bazen şimdiki gibi yazmak geliyor sadece içimden. Belki gerçekten isteyip de yazamadığım konulardan dolayı az biraz rahatlama sağlarım diye, belki yazınca geçer diye.
Yazınca geçer mi Blog? Yazınca hiç geçti mi acaba. Keşke yazınca geçse be Blog. Keşke...
4 Eylül 2016 Pazar
Yitik Hayaller
Ve benim mevsimim geldi... Sonbahar!
Kendimi en çok bütünleştirdiğim mevsim sanırım. Şu anki hallerimi de anlatıyor. Renklerini yavaş yavaş kaybediyor her şey. Soluyor renkleri çiçeklerin. Bulutlar sanki bütün yaz boyunca tozun toprağın içinde oynamışçasına, pis bir şekilde geziniyor gökyüzünde.
Hüzün var havada. Öyle anlar geliyor ki bardaktan boşalırcasına ağlıyor gökyüzü. Sonrasında gelen biraz rahatlamayla, az biraz güneşi yüzüne yansıtıp etrafa renklerini saçıyor gökkuşağıyla. Adeta dans ediyor duyguları... doğanın.
Aynı ben, değil mi Blog? Bence de.
Seviyorum bu mevsimi. Çünkü içinde iyi ya da kötü ne varsa gösteriyor. En çok da gözyaşlarını gösteriyor. Hani şu çoğumuzun sakladığı gözyaşlarını...
*****************
Bugün kötü bir haber öğrendim. Yani üzerinden 1 ay geçmiş olsa da ben yeni öğrendim. Hala daha etkisindeyim. Annem ve babamın haberleri yok. Duyduklarında epey kötü olacak... Nasıl dua edeceğimi de şaşırdım. Tabii her şeyden önce Allah sağlık versin, ama bir anda altüst olmayı hak etmeyen insanların hayatı söz konusu olunca, ne bileyim be Blog. Herkesin sınavı bir başka oluyor bu hayatta.
*****************
Yoruldum insanlardan. Karşıma hep aynı saçmalıkta insanlar çıkıyor. Kimse sevilmeye değmiyor, belli ki ben cidden yalnız kalacağım hep. Başka biri olsa neyse de, ben beceremiyorum yalnız olmayı be Blog. "Daha ne kadar yalnız olabilirsin ki?" diyorsun, değil mi? Doğru, ama işte.
Vurdumduymaz biri olmayı isterdim. Ne bileyim işte, o lisedeyken aşırı solcu olan, bazen yolunu şaşırıp aşırı komünist olan, eylemlerden eylemlere giden bir tip olan biri olsaydım. Ya da sürekli içip o ortamlarda olsaydım. Ya da mesela lise sona doğru Allah inancımı bir kenara bırakıp kendime değişik sıfatları yakıştırıp yoluma devam edebilseydim. Vicdanımı sadece insanlık olgusunun bağlı tuttuğu bir hayata bırakabilseydim, yani Allah korkusu falan olmasaydı... Böyle olsaydı gerçekten daha rahat bir Arif mi olurdu? Oysaki bunların hiçbirine sahip olmadığım için şükrediyorum ve çok mutluyum şu anki halimden. Ama ya öyle olsaydım?
****************
Ölmeyi bekliyorum Blog. Durumumu haykırmıyor olsam da etrafa, şu anda yaptığım tek şey bu. Ölmeyi bekliyorum. Aynı ilkbaharda açıp bütün yaz etrafa neşe saçıp sonbahara doğru yavaşça kendi huzura bırakan bir çiçek gibi...
Kendimi en çok bütünleştirdiğim mevsim sanırım. Şu anki hallerimi de anlatıyor. Renklerini yavaş yavaş kaybediyor her şey. Soluyor renkleri çiçeklerin. Bulutlar sanki bütün yaz boyunca tozun toprağın içinde oynamışçasına, pis bir şekilde geziniyor gökyüzünde.
Hüzün var havada. Öyle anlar geliyor ki bardaktan boşalırcasına ağlıyor gökyüzü. Sonrasında gelen biraz rahatlamayla, az biraz güneşi yüzüne yansıtıp etrafa renklerini saçıyor gökkuşağıyla. Adeta dans ediyor duyguları... doğanın.
Aynı ben, değil mi Blog? Bence de.
Seviyorum bu mevsimi. Çünkü içinde iyi ya da kötü ne varsa gösteriyor. En çok da gözyaşlarını gösteriyor. Hani şu çoğumuzun sakladığı gözyaşlarını...
*****************
Bugün kötü bir haber öğrendim. Yani üzerinden 1 ay geçmiş olsa da ben yeni öğrendim. Hala daha etkisindeyim. Annem ve babamın haberleri yok. Duyduklarında epey kötü olacak... Nasıl dua edeceğimi de şaşırdım. Tabii her şeyden önce Allah sağlık versin, ama bir anda altüst olmayı hak etmeyen insanların hayatı söz konusu olunca, ne bileyim be Blog. Herkesin sınavı bir başka oluyor bu hayatta.
*****************
Yoruldum insanlardan. Karşıma hep aynı saçmalıkta insanlar çıkıyor. Kimse sevilmeye değmiyor, belli ki ben cidden yalnız kalacağım hep. Başka biri olsa neyse de, ben beceremiyorum yalnız olmayı be Blog. "Daha ne kadar yalnız olabilirsin ki?" diyorsun, değil mi? Doğru, ama işte.
Vurdumduymaz biri olmayı isterdim. Ne bileyim işte, o lisedeyken aşırı solcu olan, bazen yolunu şaşırıp aşırı komünist olan, eylemlerden eylemlere giden bir tip olan biri olsaydım. Ya da sürekli içip o ortamlarda olsaydım. Ya da mesela lise sona doğru Allah inancımı bir kenara bırakıp kendime değişik sıfatları yakıştırıp yoluma devam edebilseydim. Vicdanımı sadece insanlık olgusunun bağlı tuttuğu bir hayata bırakabilseydim, yani Allah korkusu falan olmasaydı... Böyle olsaydı gerçekten daha rahat bir Arif mi olurdu? Oysaki bunların hiçbirine sahip olmadığım için şükrediyorum ve çok mutluyum şu anki halimden. Ama ya öyle olsaydım?
****************
Ölmeyi bekliyorum Blog. Durumumu haykırmıyor olsam da etrafa, şu anda yaptığım tek şey bu. Ölmeyi bekliyorum. Aynı ilkbaharda açıp bütün yaz etrafa neşe saçıp sonbahara doğru yavaşça kendi huzura bırakan bir çiçek gibi...
20 Ağustos 2016 Cumartesi
Bulamıyorum
Geçenlerde izleme fırsatım olan Me Before You filminin bitişindeki şarkı hala kulaklarımla. Epeydir yazmak için fırsat kolluyordum aslında. Çünkü böyle dayanamayıp ağlayıp rahatlayarak yazacağımı biliyordum. O yüzden evde yalnız olmayı bekledim. Kimseden saklamadan rahatça ağlayabilmek için sırf.
Aptal bir filmin sonunda filmdekilere üzüldüm diye değil şu anki halim. Yapmayı ertelediğim o kadar şey var ki hayatımda. Bazen böyle suyla dolup taşan kovalar gibi oluyor. Birine anlatmaya da gelmiyor, çünkü hepsi kişisel gelişim kitabı gibi aynı cümleleri tekrar tekrar kuruyorlar bana. Oysaki hepsini ezbere biliyorum. Onların bilmediği tek şey, benim hiçbirini uygulayamıyor oluşum.
Sonra şu habere de takıldım mesela. O çocuğun o hali, yaşadığı şeyler, benim durumum. Bazen öyle bir an geliyor ki ya tamamen şansız olmalısın ya da az da olsa şanslı olmalısın durumuna dönüşüyor halim.
Ve sustum tabii. Ne yapabilirim ki başka. Birilerine mi bağırmalıyım, isyan mı etmeyelim, sabahlara kadar içip ayyaşın teki mi olmalıyım?
Bir şeyleri yanlış yapıyorum. Ve bulamıyorum neyi yanlış yaptığımı.
Geçen de biri çıkmış bana kuantum fiziğinden falan bahsediyor. Negatif cümleleri çıkarmalıymışım hayatımdan da beklentiye girmemeliymişim de. Saçmalayıp durdu. Belki de haklı. Bana faydası yok ki ama.
Neyse, ben nasılsa yine boş verip unuturum Blog.
Bir gün iyi olur her şey, ama bugün değil.
Aptal bir filmin sonunda filmdekilere üzüldüm diye değil şu anki halim. Yapmayı ertelediğim o kadar şey var ki hayatımda. Bazen böyle suyla dolup taşan kovalar gibi oluyor. Birine anlatmaya da gelmiyor, çünkü hepsi kişisel gelişim kitabı gibi aynı cümleleri tekrar tekrar kuruyorlar bana. Oysaki hepsini ezbere biliyorum. Onların bilmediği tek şey, benim hiçbirini uygulayamıyor oluşum.
Sonra şu habere de takıldım mesela. O çocuğun o hali, yaşadığı şeyler, benim durumum. Bazen öyle bir an geliyor ki ya tamamen şansız olmalısın ya da az da olsa şanslı olmalısın durumuna dönüşüyor halim.
Ve sustum tabii. Ne yapabilirim ki başka. Birilerine mi bağırmalıyım, isyan mı etmeyelim, sabahlara kadar içip ayyaşın teki mi olmalıyım?
Bir şeyleri yanlış yapıyorum. Ve bulamıyorum neyi yanlış yaptığımı.
Geçen de biri çıkmış bana kuantum fiziğinden falan bahsediyor. Negatif cümleleri çıkarmalıymışım hayatımdan da beklentiye girmemeliymişim de. Saçmalayıp durdu. Belki de haklı. Bana faydası yok ki ama.
Neyse, ben nasılsa yine boş verip unuturum Blog.
Bir gün iyi olur her şey, ama bugün değil.
15 Ağustos 2016 Pazartesi
Tempo!
İçimde bir tempo var. Hani hareketli bir şarkı dinlersin de o havada devam eden bir duygu seli olur ya içinde, benimki de öyle. Tarif edebildim mi Blog? Allah aşkına beni anlayan bir tek sen kaldın, sen de anlamamazlıktan gelme ne olur!
Yazımı yazarken bir yandan da Ankara'dan yarım kilo (!) aldığım zencefillerden kesip hazırladığım demleme yeşil çayımı yudumluyorum. Buradan da sana sesleniyorum www.memleketimdengelsin.com! SENİN, TAZE ZENCEFİLE BİR ANDA YAPTIĞIN TUHAF VE GEREKSİZ ZAMMA İHTİYACIM KALMADI. Bulunduğum ilçeyi geçtim, Ankara'daki büyük marketlerde var taze zencefil, yoksa mecburen alacaktım. İstanbul'a gitme durumum şu sıralar pek olmadığı için haliyle...
Şey bir de dayanamadım ben, epeydir heveslendiğim bir şeyin siparişini verdim dün gece Blog: Xioami Mi Band 2. Özelliklerine ve fiyatına dayanamadım. Malum benim iPhonecuğumun adımsayar özelliği yok. O bilekliğin birkaç özelliği var işime yarayacağına ve beni bazı konularda motive edeceğine inandığım. O yüzden ben de arada alışveriş yaptığım Aliexpress.com'dan siparişini verdim. Artık en kısa zamanda gelir inşallah diyorum. Oradan epey şey almışlığım var, alışkınım haliyle beklemeye. Yoksa Türkiye'deki bazı uyanık satıcılardan gidip 180 TL ve üzeri para ödeyip alacak halim yoktu. Benim en çok merak ettiğim kalp ritmi özelliği. Bileklik gece uyurken kalp ritmini ölçüp hangi saatte ve ne kadar süreyle derin uykuda kaldığını gösteriyor. Telefonla eşleşiyor, hatta telefondaki istediğin uygulamaların uyarılarını, bileğinde takılıyken titreşip sana haber veriyor. Adım sayar özelliği de istediğim bir özellikti. Eh pek saat takmayı sevmeyen ben gibi biri için saati gösteriyor olması da bonus özelliği. $33'a aldım ben. Çıkış fiyarı $23 idi. Tabii Xiaomi'nin son duyurusuyla, ürünü yetiştirmekte güçlük çektiklerini ve üretim kapasitelerini 2 katına çıkaracaklarını okudum. O haliyle bile yetişmeyeceğini yorumluyorlar. Aldım bir heves Blog. 99 TL de oraya gitmiş oldu.
Önceki yazımda, Ankara'ya gittiğimde, 3-4 AVM'yi talan edip en sonunda Antares'e geri dönüp aldığım Hush Puppies ayakkabılarımdan bahsetmedim. Onlara da şöyle bir 230 TL verdim. Huyum kurusun, yine, bir şey içime sinmeye görsün, alıyorum; ama içime sinmeyince ihtiyacım olsa bile alamıyorum, almıyorum. Ayakkabılarım öyleydi mesela. 2 yazdır spor ayakkabısı almadım. Giymiyorum, hoşuma gitmiyor, zaten evden çıkmıyorum, spor yapacağımda da eski ayakkabılarımı giyiyorum. Geçen baharda aldığım casual(!) ayakkabılarımlaydım hep. Ben o ayakkabılara bile rahat diyordum, ta ki Hush Puppies ile tanışana kadar. O ne rahat bir tabandır, ne rahat bir ayakkabıdır. Niye daha önce keşfetmemişim!
Velhasıl, şu anda terliyorum. Hava serin ve 30 dk önce terlemiyor oluşuma rağmen... Sebebi ise zencefil ve demleme yeşil çay. Kilo vermemi ve genel sağlığımı bunlara borçluyum. Ruh sağlığım Allah'a emanet.
Son günlerde şu şarkıyı dinliyorum epeyce, haydi afiyet olsun.
Dipnot: Beni arada takip eden kişiler var sanırım, onlardan özel olarak rica ediyorum, bana mail atın, yorum yazın, bir şeyler yapın!
Yazımı yazarken bir yandan da Ankara'dan yarım kilo (!) aldığım zencefillerden kesip hazırladığım demleme yeşil çayımı yudumluyorum. Buradan da sana sesleniyorum www.memleketimdengelsin.com! SENİN, TAZE ZENCEFİLE BİR ANDA YAPTIĞIN TUHAF VE GEREKSİZ ZAMMA İHTİYACIM KALMADI. Bulunduğum ilçeyi geçtim, Ankara'daki büyük marketlerde var taze zencefil, yoksa mecburen alacaktım. İstanbul'a gitme durumum şu sıralar pek olmadığı için haliyle...
Şey bir de dayanamadım ben, epeydir heveslendiğim bir şeyin siparişini verdim dün gece Blog: Xioami Mi Band 2. Özelliklerine ve fiyatına dayanamadım. Malum benim iPhonecuğumun adımsayar özelliği yok. O bilekliğin birkaç özelliği var işime yarayacağına ve beni bazı konularda motive edeceğine inandığım. O yüzden ben de arada alışveriş yaptığım Aliexpress.com'dan siparişini verdim. Artık en kısa zamanda gelir inşallah diyorum. Oradan epey şey almışlığım var, alışkınım haliyle beklemeye. Yoksa Türkiye'deki bazı uyanık satıcılardan gidip 180 TL ve üzeri para ödeyip alacak halim yoktu. Benim en çok merak ettiğim kalp ritmi özelliği. Bileklik gece uyurken kalp ritmini ölçüp hangi saatte ve ne kadar süreyle derin uykuda kaldığını gösteriyor. Telefonla eşleşiyor, hatta telefondaki istediğin uygulamaların uyarılarını, bileğinde takılıyken titreşip sana haber veriyor. Adım sayar özelliği de istediğim bir özellikti. Eh pek saat takmayı sevmeyen ben gibi biri için saati gösteriyor olması da bonus özelliği. $33'a aldım ben. Çıkış fiyarı $23 idi. Tabii Xiaomi'nin son duyurusuyla, ürünü yetiştirmekte güçlük çektiklerini ve üretim kapasitelerini 2 katına çıkaracaklarını okudum. O haliyle bile yetişmeyeceğini yorumluyorlar. Aldım bir heves Blog. 99 TL de oraya gitmiş oldu.
Önceki yazımda, Ankara'ya gittiğimde, 3-4 AVM'yi talan edip en sonunda Antares'e geri dönüp aldığım Hush Puppies ayakkabılarımdan bahsetmedim. Onlara da şöyle bir 230 TL verdim. Huyum kurusun, yine, bir şey içime sinmeye görsün, alıyorum; ama içime sinmeyince ihtiyacım olsa bile alamıyorum, almıyorum. Ayakkabılarım öyleydi mesela. 2 yazdır spor ayakkabısı almadım. Giymiyorum, hoşuma gitmiyor, zaten evden çıkmıyorum, spor yapacağımda da eski ayakkabılarımı giyiyorum. Geçen baharda aldığım casual(!) ayakkabılarımlaydım hep. Ben o ayakkabılara bile rahat diyordum, ta ki Hush Puppies ile tanışana kadar. O ne rahat bir tabandır, ne rahat bir ayakkabıdır. Niye daha önce keşfetmemişim!
Velhasıl, şu anda terliyorum. Hava serin ve 30 dk önce terlemiyor oluşuma rağmen... Sebebi ise zencefil ve demleme yeşil çay. Kilo vermemi ve genel sağlığımı bunlara borçluyum. Ruh sağlığım Allah'a emanet.
Son günlerde şu şarkıyı dinliyorum epeyce, haydi afiyet olsun.
Dipnot: Beni arada takip eden kişiler var sanırım, onlardan özel olarak rica ediyorum, bana mail atın, yorum yazın, bir şeyler yapın!
10 Ağustos 2016 Çarşamba
İzlerken...
Her uzun bir asosyallik döneminden arkadaş ortamına girdiğimde olan şey oldu geçtiğimiz günlerde. Çenem durmadı. Çok konuştum; çok güldüm, çok güldürdüm... Sonra yine eve dönünce garip oluyorum. Tıpkı şimdiki gibi.
İçimdeki havayı vakumla alıyormuş gibi hayat adeta. Ya da içime çekiliyorum, daha çok kendi dünyama dönüyorum gibi oluyor. Daha da sessizleşiyorum. Ne gülmek ne de konuşmak geliyor içimden. Hele bir de Ankara'nın uzak bir köşesinden dünyaya bakmaya çalışınca daha da karamsar gözüküyor. Eh ruhsal durumumun daha farklı olması beklenemezdi bu şartlarda.
Ankara'da yaptığım tipik şeylerden bahsetmeme gerek yok galiba Blog. Zaten hepsini az çok tahmin edebilirsin. Ufak tefek değişiklikler dışında aynıydı. Aynı olmasına rağmen eğlenebiliyorum; ama hep arkamdan dürten "geri döneceksin" şeklindeki sesin bendeki etkisiyle eğlendim diyeyim.
İnsanın elinin kolunun bağlı olması kötü bir şey. Bu benim hayatımın birçok bölümünde geçerli. Aynı anda çevremdekiler için de geçerli; ailem, arkadaşlarım, benimle tanışmak isteyenler...
Şu kalbimi dinleme mevzusunu denedim bu arada. Beceremedim sanırım tam olarak. Havaların sıcaklığı beni nasıl boğuyor anlatamam Blog. Aslında birçok şekilde anlattım bugüne kadar da, acaba sen de mi diğer insanlar gibi anlamamazlıktan geldin? Neyse.
Hazır Ankara'dayken 1-2 şey de aldım. Bol bol yedim içtim Blog.Ve pişman değilim. Yine de eksiklik hep vardı. Sanırım yalnız olduğum sürece eksiklik hep olacak. Tabii şu anda tek umursamamız gereken nasıl para kazanırım sorusu olmalı, değil mi?..
İçimdeki havayı vakumla alıyormuş gibi hayat adeta. Ya da içime çekiliyorum, daha çok kendi dünyama dönüyorum gibi oluyor. Daha da sessizleşiyorum. Ne gülmek ne de konuşmak geliyor içimden. Hele bir de Ankara'nın uzak bir köşesinden dünyaya bakmaya çalışınca daha da karamsar gözüküyor. Eh ruhsal durumumun daha farklı olması beklenemezdi bu şartlarda.
Ankara'da yaptığım tipik şeylerden bahsetmeme gerek yok galiba Blog. Zaten hepsini az çok tahmin edebilirsin. Ufak tefek değişiklikler dışında aynıydı. Aynı olmasına rağmen eğlenebiliyorum; ama hep arkamdan dürten "geri döneceksin" şeklindeki sesin bendeki etkisiyle eğlendim diyeyim.
İnsanın elinin kolunun bağlı olması kötü bir şey. Bu benim hayatımın birçok bölümünde geçerli. Aynı anda çevremdekiler için de geçerli; ailem, arkadaşlarım, benimle tanışmak isteyenler...
Şu kalbimi dinleme mevzusunu denedim bu arada. Beceremedim sanırım tam olarak. Havaların sıcaklığı beni nasıl boğuyor anlatamam Blog. Aslında birçok şekilde anlattım bugüne kadar da, acaba sen de mi diğer insanlar gibi anlamamazlıktan geldin? Neyse.
Hazır Ankara'dayken 1-2 şey de aldım. Bol bol yedim içtim Blog.
31 Temmuz 2016 Pazar
Kalbimi Dinliyorum
Şu sıralar kalbimi dinlemeye çalışıyorum. Hani hep derler ya "kalbini dinle" tarzında şeyleri sürekli insanlara, işte onu denemeye çalışıyorum. Bariz bir şekilde denemeye çalışıyorum bu sefer ama: Ben gerçekten ne istiyorum?
Hayatımda kalbimi dinlediğim çok zaman oldu elbette. Hele benim gibi duygusal bir erkek çoğu zamanda kalbini, sezgilerini ve sonra mantığını dinliyordur Blog. Bu konuda şüphen olmasın; ama bu sefer galiba bütün dikkatimi vermem gerekiyor. Şimdi böyle deyince "bu çocuk ne istediğini bilmiyor" gibi bir şey çıkmasın. Benim istediklerim öyle fuşya öyle toz pembe ki... en masum çocuk bile hayal etmemiştir.
Malum geçen hafta 28 yaşıma girdim. Artık her yerde 28 sayısı beliriyor yaş kısmında.Acımasızca.
Genel anlamda kendimden beklentilerim var, aşamıyorum çoğunu hala. Öyle büyüklerimizin dediği gibi "senin de vardır bir yerde nasibin" şekildeki iyimserliğimi korumaya çalışıyorum en azından. Bu da bir şeydir, değil mi?Umarım.
İnsanlardan beklentim de var. Vatansever, hayvansever vb. türdeki sevgi konularında beklentilerimi elbette bir kenara bırakarak diyorum. Güvenmek istiyorum Blog. Öyle böyle değil. Hiç bu kadar birine güvenme ihtiyacına girmemiştim hayatımda. Aynı zamanda da cesaret. Çünkü ikisinde de korku ve eksiklik yaşıyorum. Bunları birinde görmeye ihtiyacım var. Sadece görmeye de değil tabii ki yaşamaya da...
Başka başka... Windows 10 Yıldönümü Güncellemesi geliyor 2 güne. En basitinden Edge'i kullanmak istiyorum; ama sırf eklenti desteği olmadığı için uzak duruyordum şimdiye kadar. Yıldönümü güncellemesi diyor Microsoft ama bana kalırsa bildiğin Servis Paketi. Benim için tek önemli olan Edge yani.
Bir de Steam'i tekrar yükledim 2-3 gün önce. Zamanında satın aldığım ama şu anki bilgisayarımda biraz kasan, hayatımdaki en sevdiğim ve hala daha özlemle bakıp oynadığım hemen hemen tek oyun olan Age of Empires II: HD Edition'ı tekrar yükledim. Meğer benim uzak kaldığım dönem boyunca ekstra 2 eklenti paketi de çıkarmış ve daha da önemlisi güncellenmiş ve şu anda kasmıyor. Geçen oynadığımda, ki oynuyorum hala, 4 saat boyunca gayet güzel oyunu kazanarak bitirmiştim.
Benim hayatım şimdilik böyle. Sakin kendimce. Yazamadım bir süredir. Yazmak da istemedim. Küstüm, senden bile kaçtım; ama biliyorsun ki aklımdaydın Blog, ben zaten "kaçtım, kapattım, gittim" dediğime bakma sen.
Neyse, senden naber?
Hayatımda kalbimi dinlediğim çok zaman oldu elbette. Hele benim gibi duygusal bir erkek çoğu zamanda kalbini, sezgilerini ve sonra mantığını dinliyordur Blog. Bu konuda şüphen olmasın; ama bu sefer galiba bütün dikkatimi vermem gerekiyor. Şimdi böyle deyince "bu çocuk ne istediğini bilmiyor" gibi bir şey çıkmasın. Benim istediklerim öyle fuşya öyle toz pembe ki... en masum çocuk bile hayal etmemiştir.
Malum geçen hafta 28 yaşıma girdim. Artık her yerde 28 sayısı beliriyor yaş kısmında.
Genel anlamda kendimden beklentilerim var, aşamıyorum çoğunu hala. Öyle büyüklerimizin dediği gibi "senin de vardır bir yerde nasibin" şekildeki iyimserliğimi korumaya çalışıyorum en azından. Bu da bir şeydir, değil mi?
İnsanlardan beklentim de var. Vatansever, hayvansever vb. türdeki sevgi konularında beklentilerimi elbette bir kenara bırakarak diyorum. Güvenmek istiyorum Blog. Öyle böyle değil. Hiç bu kadar birine güvenme ihtiyacına girmemiştim hayatımda. Aynı zamanda da cesaret. Çünkü ikisinde de korku ve eksiklik yaşıyorum. Bunları birinde görmeye ihtiyacım var. Sadece görmeye de değil tabii ki yaşamaya da...
Başka başka... Windows 10 Yıldönümü Güncellemesi geliyor 2 güne. En basitinden Edge'i kullanmak istiyorum; ama sırf eklenti desteği olmadığı için uzak duruyordum şimdiye kadar. Yıldönümü güncellemesi diyor Microsoft ama bana kalırsa bildiğin Servis Paketi. Benim için tek önemli olan Edge yani.
Bir de Steam'i tekrar yükledim 2-3 gün önce. Zamanında satın aldığım ama şu anki bilgisayarımda biraz kasan, hayatımdaki en sevdiğim ve hala daha özlemle bakıp oynadığım hemen hemen tek oyun olan Age of Empires II: HD Edition'ı tekrar yükledim. Meğer benim uzak kaldığım dönem boyunca ekstra 2 eklenti paketi de çıkarmış ve daha da önemlisi güncellenmiş ve şu anda kasmıyor. Geçen oynadığımda, ki oynuyorum hala, 4 saat boyunca gayet güzel oyunu kazanarak bitirmiştim.
Benim hayatım şimdilik böyle. Sakin kendimce. Yazamadım bir süredir. Yazmak da istemedim. Küstüm, senden bile kaçtım; ama biliyorsun ki aklımdaydın Blog, ben zaten "kaçtım, kapattım, gittim" dediğime bakma sen.
Neyse, senden naber?
21 Temmuz 2016 Perşembe
27'nin Son Günü
27 yaşımın son gününde buraya birkaç şey yazmak istedim. Çok derinleşmeden, suya sabuna dokunmadan, bazı kelimelerimle ayrılacağım.
22 Temmuz. Temmuz ayı, sıcak bir yaz geçirdik bu sene. Hatta hayatımdaki en sıcak aylardan birini geçirdim. Şu anda hava serin olsa da, geçen hafta tanımlayabileceğim bir kelime olmayan sıcakları yaşadım. Çoğu insan için normal. Zaten çoğu insan için her şey normal...
Şu son 1 haftada olanlar, aslında hayatıma, hayallerime, beklentilerime, üzüntülerime, sevinçlerime... dair söylemek istediğim onlarca şey var; ama boş geliyor hepsi. Ülkede olup bitenler... Ya bende olup bitenler?
28 yaş nasıl acaba... 30 sayılır değil mi Blog?
Neyse.
Doğum günüm kutlu olsun.
22 Temmuz. Temmuz ayı, sıcak bir yaz geçirdik bu sene. Hatta hayatımdaki en sıcak aylardan birini geçirdim. Şu anda hava serin olsa da, geçen hafta tanımlayabileceğim bir kelime olmayan sıcakları yaşadım. Çoğu insan için normal. Zaten çoğu insan için her şey normal...
Şu son 1 haftada olanlar, aslında hayatıma, hayallerime, beklentilerime, üzüntülerime, sevinçlerime... dair söylemek istediğim onlarca şey var; ama boş geliyor hepsi. Ülkede olup bitenler... Ya bende olup bitenler?
28 yaş nasıl acaba... 30 sayılır değil mi Blog?
Neyse.
Doğum günüm kutlu olsun.
25 Haziran 2016 Cumartesi
Naftalin Kokan Blog
Sanırım sorgulama yeteneğimi kaybettim biraz Blog. Sanki daha çok geleni ya tamamen kabul eder oldum ya da içim ufacık da olsa ısınmadığında tümden reddeder oldum. İnsanların bana olan sevgilerini de sorgulayamıyorum artık. Hatta öyle ki insanlardan nefret etmeye başladım tekrar. Geçtiğimiz günlerde hemcinslerimden nefret ediyordum mesela. Kendimi birçok konuda iyi gördüğüm için de olabilir ya da başka sebeplerden dolayı da olabilir. İnsan olmak bence birçok şeyi gerektiriyor. Keşke o sıfatı her düşünebilen iki ayaklıya vermeseydi Allah. Çünkü biz ne kadar insan gibi görmesek de dışarıda epey "insan" görünümlü "tuhaf yaratıklar" var.
Diyarbakır'dan döndüm perşembe günü. Yani oranın kuru kavurucu sıcağının aslında benim için galiba daha iyi olduğunu, Gebze'de 1 gece ve 1 gündüz geçirince daha iyi anladım. Çünkü NEMDEN NEFRET EDİYORUM. Şu anda Mudurnu civarındaki Sarot Termal Kaplıcaları'nda olan devre mülkümüze geçtik. Burası tabii ki Gebze'den daha iyi. Nemli ama yine de iyi. Hatta şu anda bizimkiler topluca dışarı çıktılar. Ben de kafamı dinliyorum. Hazır fırsat bulmuşken de sana yazayım dedim Blog.
Eski yazılarıma, eski yaşadıklarıma, eski fotoğraflarıma bakınca burnuma naftalin kokusu geliyor sanki.Gelmiyor da, işte. Cesaretimi son demlerine kadar kullandığımı görüyorum. Çünkü Diyarbakır'dan buraya gelene kadar gözlemlediğim insanlar, şehirler, hayatlar... beni duygusal anlamda yordu diyebilirim. Diyarbakır'daki insanlar ve onların yaşam şekilleri, oradayken bulunduğum semt ile Sur arasında bile epey uçurum yaşarken; uçaktan inmemle yaşadığım başka bir uçurumu da gösterdi bana. Her türden insanın olduğu İstanbul. Elini sallasan 5 türden insana çarpar her bir parmağın. Bu durum beni rahatsız etmiyor. Beni düşündüren kısmı benim nasıl bir konumda olduğum bu topluluk içinde.
Klasik dertlerime girmeyeceğim Blog. Konuşmamaya çalışıyorum çünkü. Buradan çarşamba günü ayrılacağız galiba. Ankara'nın yine kendine uzak ama buraya yakın ilçesinde kaldığım yerden devam edeceğim. Açılmayan kapıları, geciken mucizeleri, artık gerçekleşmesi gereken hayalleri bekleyeceğim. Şundan emin olmalısın ki Blog, hayatım ani bir kararla intihar etmek ile kendimi süper ötesi kandırarak yaşamaya devam etmek arasında gidip geliyor son 5 aydır.
Diyarbakır'dan döndüm perşembe günü. Yani oranın kuru kavurucu sıcağının aslında benim için galiba daha iyi olduğunu, Gebze'de 1 gece ve 1 gündüz geçirince daha iyi anladım. Çünkü NEMDEN NEFRET EDİYORUM. Şu anda Mudurnu civarındaki Sarot Termal Kaplıcaları'nda olan devre mülkümüze geçtik. Burası tabii ki Gebze'den daha iyi. Nemli ama yine de iyi. Hatta şu anda bizimkiler topluca dışarı çıktılar. Ben de kafamı dinliyorum. Hazır fırsat bulmuşken de sana yazayım dedim Blog.
Eski yazılarıma, eski yaşadıklarıma, eski fotoğraflarıma bakınca burnuma naftalin kokusu geliyor sanki.
Klasik dertlerime girmeyeceğim Blog. Konuşmamaya çalışıyorum çünkü. Buradan çarşamba günü ayrılacağız galiba. Ankara'nın yine kendine uzak ama buraya yakın ilçesinde kaldığım yerden devam edeceğim. Açılmayan kapıları, geciken mucizeleri, artık gerçekleşmesi gereken hayalleri bekleyeceğim. Şundan emin olmalısın ki Blog, hayatım ani bir kararla intihar etmek ile kendimi süper ötesi kandırarak yaşamaya devam etmek arasında gidip geliyor son 5 aydır.
Illustrations are belong to Fernando Cobelo.
15 Haziran 2016 Çarşamba
Yetmez, Bilmez, Olmaz
36 derece sıcaklık vardı bugün. Evde durulmuyor yani klimasız. Şu anda 22 derece ve gece yarısı... Mesela bu sıcaklık Londra'da yok şu anda. Tamam belki nem var falan, ama olsun yok sonuçta. Kutuplar hele... O kadar uzağa gitmeyeyim, mesela ya memleketim Erzurum? Ya... Öyle serin havalar var.
Benim hayatım İstanbul-Ankara-Diyarbakır üçgeninde geçiyor şu son 4 yıldır. Araya kısa bir Kıbrıs girdi. Ondan önce de Isparta vardı mesela baş rolde. Anlayacağın elim kolum bağlı bir şekilde sıcak memleketlerde yaşadım bu terleme hastalığımla birlikte Blog. Yeter mi sence?
Daha çok sınava tabii tutulacağım yaradandan ben Blog. Bunlar ne ki! Ben ki daha neleri göğüsleyebilecek bir yapıdayım. Bunlar ne ki? Ama sorsan dışarıdakine: Ya sen temiz yüzlü, eli ayağı tutan birisin. Nedir problem?.. der. Der tabii. Bilir mi ne b*k yiyorum ben?
Yıllardır kimseyle dertleşemiyorum doğru düzgün. Çünkü ben kendimi bile kandıramaz hale gelmişken, birilerinin bana değer vererek benimle dertlerimi paylaşmaları ve dinleyerek yardımcı olmaya çalışmaları, inan beni hiç mi hiç rahatlatmıyor da "kandırmıyor" da Blog. Ama dertleşmeden olur mu sence Blog?
Evre evre vazgeçtim bunca zaman bazı şeylerden. Mesela yeni insanlarla tanışmaya sıcak bakamıyorum artık. Sırf muhabbet etmek için arkadaş olmaya çalışmıyorum bile. Neyin muhabbetini edeceğim Blog? Dertleşemedikten sonra ne anlamı kalacak o dostluğun. Tabii buna, geçtiğimiz yılda, her şeyimi paylaştığım, dertleştiğim dostlarımı hayatımdan çıkarmamın da etkisi var. Zira ben dert dinleyen biri haline dönüşmüşüm de sonradan fark etmişim. Ona bile tahammülüm kalmadı.
Böyle yaz mevsimlerinde yaşadığım şeyleri kış mevsiminde yaşamıyor oluşum hele ki beni daha da boğuyor. Her şeyin kaynağı şu hiperhidrozis zımbırtısı. Zımbırtı mı koymalıyım adını Blog? Nasıl bir hastalık bu yahu? Benden nefret eden biri şu yazımı okusa "Allah'ından bulmuş" der. Oysa ki bilmez ben bunu en masum yaşımdan beri yaşıyorum.
Bunları sana yazmaktan da yoruldum Blog. Biliyorum, sen de dinlemekten yoruldun. Ama ne yapayım? Sen de olmasan ben belki böyle büzüşmüş düşüncelerle, sinirimi ilk tartıştığım kişiyle çıkartırdım. Ya da şu ankinden daha da agresif olurdum.
Göbeğim kocaman oldu Blog bu arada. Sebebini biliyoruz. Yine girmiyorum bu muhabbete. Bir süre de dertlerimden konuşmamayı deneyelim olmaz mı Blog? Mesela bundan sonra sana bahsetmeyeyim. Sadece sana değil, diğer arkadaşlarıma, dostlarıma, aile üyelerime...Nasılsın sorusuna, "çok iyiyim. Hatta içimde tuhaf bir enerji var, çözemedim, ama bakalım hayırlısı *gülenyüzemojisi*" şeklinde yanıt vereyim. Bu durum bizi bozar mı sence?
Dipnot: Bu arada ben de farkındayım. Son aylarda epey yazar oldum sana Blog. Ve hep dertlerimden yakınıyorum. Gerçekten benim biraz susmam ve dertlerimi dile getirmemem lazım. Galiba dertlerimi yazmak da zor geliyor...
Benim hayatım İstanbul-Ankara-Diyarbakır üçgeninde geçiyor şu son 4 yıldır. Araya kısa bir Kıbrıs girdi. Ondan önce de Isparta vardı mesela baş rolde. Anlayacağın elim kolum bağlı bir şekilde sıcak memleketlerde yaşadım bu terleme hastalığımla birlikte Blog. Yeter mi sence?
YETMEZ.
BİLMEZ.
Yıllardır kimseyle dertleşemiyorum doğru düzgün. Çünkü ben kendimi bile kandıramaz hale gelmişken, birilerinin bana değer vererek benimle dertlerimi paylaşmaları ve dinleyerek yardımcı olmaya çalışmaları, inan beni hiç mi hiç rahatlatmıyor da "kandırmıyor" da Blog. Ama dertleşmeden olur mu sence Blog?
OLMAZ.
Evre evre vazgeçtim bunca zaman bazı şeylerden. Mesela yeni insanlarla tanışmaya sıcak bakamıyorum artık. Sırf muhabbet etmek için arkadaş olmaya çalışmıyorum bile. Neyin muhabbetini edeceğim Blog? Dertleşemedikten sonra ne anlamı kalacak o dostluğun. Tabii buna, geçtiğimiz yılda, her şeyimi paylaştığım, dertleştiğim dostlarımı hayatımdan çıkarmamın da etkisi var. Zira ben dert dinleyen biri haline dönüşmüşüm de sonradan fark etmişim. Ona bile tahammülüm kalmadı.
Böyle yaz mevsimlerinde yaşadığım şeyleri kış mevsiminde yaşamıyor oluşum hele ki beni daha da boğuyor. Her şeyin kaynağı şu hiperhidrozis zımbırtısı. Zımbırtı mı koymalıyım adını Blog? Nasıl bir hastalık bu yahu? Benden nefret eden biri şu yazımı okusa "Allah'ından bulmuş" der. Oysa ki bilmez ben bunu en masum yaşımdan beri yaşıyorum.
Bunları sana yazmaktan da yoruldum Blog. Biliyorum, sen de dinlemekten yoruldun. Ama ne yapayım? Sen de olmasan ben belki böyle büzüşmüş düşüncelerle, sinirimi ilk tartıştığım kişiyle çıkartırdım. Ya da şu ankinden daha da agresif olurdum.
Göbeğim kocaman oldu Blog bu arada. Sebebini biliyoruz. Yine girmiyorum bu muhabbete. Bir süre de dertlerimden konuşmamayı deneyelim olmaz mı Blog? Mesela bundan sonra sana bahsetmeyeyim. Sadece sana değil, diğer arkadaşlarıma, dostlarıma, aile üyelerime...Nasılsın sorusuna, "çok iyiyim. Hatta içimde tuhaf bir enerji var, çözemedim, ama bakalım hayırlısı *gülenyüzemojisi*" şeklinde yanıt vereyim. Bu durum bizi bozar mı sence?
BOZMAZ.
Dipnot: Bu arada ben de farkındayım. Son aylarda epey yazar oldum sana Blog. Ve hep dertlerimden yakınıyorum. Gerçekten benim biraz susmam ve dertlerimi dile getirmemem lazım. Galiba dertlerimi yazmak da zor geliyor...
"Ne zaman alıştın sen yalan söylemeye
Kendini en seveninden bile gizlemeye..."
13 Haziran 2016 Pazartesi
Suriyeli Göçmenler
Dışarı çıktım bu akşam. Yolda giderken yine Diyarbakır sokaklarında arada bir gördüğüm bir şeye denk geldim. Şehrin lüks semtindeki trafik lambalarının orada, Suriyeli olduğunu düşündüğüm çekirdek bir aile...
Anne, elinde mendil paketleriyle, duran araçlara gidip belki alırlar ya da sadaka verirler umuduyla camlarına yanaşıyordu. Baba, yine bir elinde mendil paketi, diğer elinde küçük kızı, ihtiyaçları olduğu belli olan bakışlarıyla, araç şoförlerine bakıyordu...
10 saniye, belki 20 saniye olmuştur önlerinden geçişim. Onların neler yaşadığını anlayamam bu halimle. Kanser olsam, 3 günlük ömrüm de olsa anlayamam; paraya para demeyen bir hayatım da olsa anlayamam. Hep demişimdir: Bazı şeyleri sadece çeken/sınanan bilir.
Büyük planları olan ülkeler bir gün kardeşiniz dediğiniz yurttaşınızı size düşman ediyor. Ertesi gün, komşu ülke diye baktığınız yabancı bir memlekette, hiç tanımadığınız ve muhtemelen de tanımayacağınız insanların verecekleri 1-2 liralık paraya muhtaç oluyorsunuz. Çocuğunuzun geleceği, kendi geleceğiniz... değil de artık o gün ne yiyeceğinizi düşünüyorsunuz. Belki de kaldığınız yerin kirasını düşünüyorsunuz. "AMA" şunları hiç düşünmüyorsunuz:
* iPhone 7 çıkacak sene sonunda, onu mu alsam yoksa Samsung'u mu beklesem?
* Bugünkü yemekler yarın yenmez ya. Dökeyim en iyisi, yarın yeni yemekler yaparım, hem kocam özlemişti bol etli bir yemeği.
* Pierre Cardin'den almalıyım yatak odası takımımı. Hem çok değil, sadece 20 bin tl. 2 senede öderim.
* Çok mutsuzum. Hiçbir şey mutlu etmiyor beni. Sürekli yemek yiyorum, içiyorum. Üff...
Ve uzar gider bu liste. Bunları düşünmüyorsunuz. Çünkü bunlar olmasa da tok kalabiliyorsunuz, ertesi güne çıkabiliyorsunuz...
Öyle işte Blog. Akşam dışarı çıktık. Bir kafede oturduk. Aklımın bir köşesi o yoldaki ailede kaldı. Belki baktıkları sadece o aileden ibaret değildi. Belki hiç ihtiyaçları yoktu. Bilmiyorum.
Bazen öyle bir an geliyor ki neye şükredeceğimi şaşırıyorum, bazen de korku, acizlik, tükenmişlik sarıyor tüm benliğimi. Susuyorum. Zaten beni bilirsin, ben susunca tüm dünyam susuyor.
Allah onlara ve diğer tüm ihtiyaçlı göçmen misafirlerimize yardım etsin. Ve bizi o durumla sınamasın Blog.
Amin.
Anne, elinde mendil paketleriyle, duran araçlara gidip belki alırlar ya da sadaka verirler umuduyla camlarına yanaşıyordu. Baba, yine bir elinde mendil paketi, diğer elinde küçük kızı, ihtiyaçları olduğu belli olan bakışlarıyla, araç şoförlerine bakıyordu...
10 saniye, belki 20 saniye olmuştur önlerinden geçişim. Onların neler yaşadığını anlayamam bu halimle. Kanser olsam, 3 günlük ömrüm de olsa anlayamam; paraya para demeyen bir hayatım da olsa anlayamam. Hep demişimdir: Bazı şeyleri sadece çeken/sınanan bilir.
Büyük planları olan ülkeler bir gün kardeşiniz dediğiniz yurttaşınızı size düşman ediyor. Ertesi gün, komşu ülke diye baktığınız yabancı bir memlekette, hiç tanımadığınız ve muhtemelen de tanımayacağınız insanların verecekleri 1-2 liralık paraya muhtaç oluyorsunuz. Çocuğunuzun geleceği, kendi geleceğiniz... değil de artık o gün ne yiyeceğinizi düşünüyorsunuz. Belki de kaldığınız yerin kirasını düşünüyorsunuz. "AMA" şunları hiç düşünmüyorsunuz:
* iPhone 7 çıkacak sene sonunda, onu mu alsam yoksa Samsung'u mu beklesem?
* Bugünkü yemekler yarın yenmez ya. Dökeyim en iyisi, yarın yeni yemekler yaparım, hem kocam özlemişti bol etli bir yemeği.
* Pierre Cardin'den almalıyım yatak odası takımımı. Hem çok değil, sadece 20 bin tl. 2 senede öderim.
* Çok mutsuzum. Hiçbir şey mutlu etmiyor beni. Sürekli yemek yiyorum, içiyorum. Üff...
Ve uzar gider bu liste. Bunları düşünmüyorsunuz. Çünkü bunlar olmasa da tok kalabiliyorsunuz, ertesi güne çıkabiliyorsunuz...
Öyle işte Blog. Akşam dışarı çıktık. Bir kafede oturduk. Aklımın bir köşesi o yoldaki ailede kaldı. Belki baktıkları sadece o aileden ibaret değildi. Belki hiç ihtiyaçları yoktu. Bilmiyorum.
Bazen öyle bir an geliyor ki neye şükredeceğimi şaşırıyorum, bazen de korku, acizlik, tükenmişlik sarıyor tüm benliğimi. Susuyorum. Zaten beni bilirsin, ben susunca tüm dünyam susuyor.
Allah onlara ve diğer tüm ihtiyaçlı göçmen misafirlerimize yardım etsin. Ve bizi o durumla sınamasın Blog.
Amin.
9 Haziran 2016 Perşembe
Ramazan...
Hoş geldi tabii ki Ramazan ayı.
Tutamam diyordum ya hani belki? Heh işte, tutuyorum çok şükür. İlk gün zorlamıştı aşırı derecede. Ablamgil tutma sen dediler, ama tuttum. Ne ki, en fazla susuz kalıyorum. Beni en fazla o zorlardı, malum ciddiyete varabilecek bir rahatsızlığım var her ne kadar ben sallamasam da ve ilaç kullanıyor olsam da. Yine de üçüncü gününü de geçirdim. Haliyle o sabır taşı da çatladı.
Şu son 1-2 aydır sana çok sardım Blog. Farkındayım. Beni sanırım mutlu eden mi diyeyim, rahatlatan mı diyeyim; yoksa hiçbir şey demeyip sessizce sana mı yazayım bilmiyorum; ama yine buradayım, dışarıda davul sesi, sahuru beklerken, uyku tutmamışken; "bugün de sahura kadar ayakta durayım" demişken... bir yandan da sana yazıyorum.
Son 2-3 gündür Diyarbakır'ın hava trafiği epey yoğun. Bugün sanırım en az 3 kez, ışıkları sönük bir şekilde kalkış ve iniş yapan askeri uçaklar gördüm. Gittim geldim yine bir yerlere. Korkuyorum, ülkemizin savaşa sürüklenmesinden korkuyorum. Korkuyorum, çünkü bir partinin başkanı çıkıp neredeyse "teröristler canımızdır, onlar da insan" diyor. Ve belli bir kesim, buna karşı olmasına rağmen, sırf Atatürk'ün hatrına ve başka da güçlü bir sol görüşü destekleyen parti olmadığı için, sesini çıkarmıyor. Beni biliyorsun Blog. Siyasetten hoşlanmıyorum. Çünkü kavga ve gürültüden başka hiçbir şey getirmiyor. Pek bir görüşü desteklediğim de söylenemez aslında. Aklımda dengeli şeyler var, ama yine de şu parti diyemiyorum galiba, ama ben milliyetçi biriyim. Irkçı değilim tabii. Ülkemi seviyorum, bayrağımı kimseye dayatmıyorum, ama o bayrak Türkleri temsil etmiyor sadece, bunu biliyorum ve herkesin de bunun bilincinde olmasını istiyorum. Haliyle 1 senedir verilen şehitler az buz değil; ve hükümet düşmanlığı öyle bir boyuta gelmiş durumdaki insanlara neler yaptırıyor, neler dedirtiyor, şaşıyorum. Ve üzülüyorum da. İşte, sorun olduğu düşünülen görüşler bu şekilde saldırgan tavırlarla çözülmemeli. Yanlış olduğu düşünülen şeyleri koyun dediğiniz kişiler yapıyorsa eğer, bunu onlara anlatmaya çalışmakla düzeltebilirsiniz. Yapamıyorsanız da kusura bakmayın "oy vermemek" dışında hiçbir şey yapamazsınız. Yapmaya hakkınız yok. Ve eğer sorun gerçekten o "koyunlarda" değilse, aynaya bakmanız gerekiyor. Çünkü KİMSE SİZE ÇOBAN OLMA HAKKINI VERMİYOR BU HAYATTA.
Üşüdüm bu arada. 2. ve 3. günü epey serin geçti Diyarbakır'da. Gülümsüyorum bir yandan. Çünkü seviniyorum. Bu durum benim için daha az su kaybı demek, daha rahat oruç tutmak demek. "Normal" insan kadar. Çünkü ben anormalim su kaybı konusunda...
Şu sıralar gülüyorum Blog. Dışım; gözüm, kulağım, ağzım.. mutlu; ama içim değil. Değil işte. Bilmiyorum. Evet, Diyarbakır'a gelince böyle oluyor, onu da fark ettim. İlacımı bırakmak istiyorum. Sadece rahat bir şekilde üzülmek için, samimi bir şekilde üzüntümü yaşamak için bırakmak istiyorum; ama bırakamıyorum. Olur da yine krize bağlarsam evdekileri üzmeyeyim diye bırakamıyorum.
Üzüntümü bile yaşamıyorken, bazen merak ediyorum ne için yaşıyorum diye.
Tutamam diyordum ya hani belki? Heh işte, tutuyorum çok şükür. İlk gün zorlamıştı aşırı derecede. Ablamgil tutma sen dediler, ama tuttum. Ne ki, en fazla susuz kalıyorum. Beni en fazla o zorlardı, malum ciddiyete varabilecek bir rahatsızlığım var her ne kadar ben sallamasam da ve ilaç kullanıyor olsam da. Yine de üçüncü gününü de geçirdim. Haliyle o sabır taşı da çatladı.
Şu son 1-2 aydır sana çok sardım Blog. Farkındayım. Beni sanırım mutlu eden mi diyeyim, rahatlatan mı diyeyim; yoksa hiçbir şey demeyip sessizce sana mı yazayım bilmiyorum; ama yine buradayım, dışarıda davul sesi, sahuru beklerken, uyku tutmamışken; "bugün de sahura kadar ayakta durayım" demişken... bir yandan da sana yazıyorum.
Son 2-3 gündür Diyarbakır'ın hava trafiği epey yoğun. Bugün sanırım en az 3 kez, ışıkları sönük bir şekilde kalkış ve iniş yapan askeri uçaklar gördüm. Gittim geldim yine bir yerlere. Korkuyorum, ülkemizin savaşa sürüklenmesinden korkuyorum. Korkuyorum, çünkü bir partinin başkanı çıkıp neredeyse "teröristler canımızdır, onlar da insan" diyor. Ve belli bir kesim, buna karşı olmasına rağmen, sırf Atatürk'ün hatrına ve başka da güçlü bir sol görüşü destekleyen parti olmadığı için, sesini çıkarmıyor. Beni biliyorsun Blog. Siyasetten hoşlanmıyorum. Çünkü kavga ve gürültüden başka hiçbir şey getirmiyor. Pek bir görüşü desteklediğim de söylenemez aslında. Aklımda dengeli şeyler var, ama yine de şu parti diyemiyorum galiba, ama ben milliyetçi biriyim. Irkçı değilim tabii. Ülkemi seviyorum, bayrağımı kimseye dayatmıyorum, ama o bayrak Türkleri temsil etmiyor sadece, bunu biliyorum ve herkesin de bunun bilincinde olmasını istiyorum. Haliyle 1 senedir verilen şehitler az buz değil; ve hükümet düşmanlığı öyle bir boyuta gelmiş durumdaki insanlara neler yaptırıyor, neler dedirtiyor, şaşıyorum. Ve üzülüyorum da. İşte, sorun olduğu düşünülen görüşler bu şekilde saldırgan tavırlarla çözülmemeli. Yanlış olduğu düşünülen şeyleri koyun dediğiniz kişiler yapıyorsa eğer, bunu onlara anlatmaya çalışmakla düzeltebilirsiniz. Yapamıyorsanız da kusura bakmayın "oy vermemek" dışında hiçbir şey yapamazsınız. Yapmaya hakkınız yok. Ve eğer sorun gerçekten o "koyunlarda" değilse, aynaya bakmanız gerekiyor. Çünkü KİMSE SİZE ÇOBAN OLMA HAKKINI VERMİYOR BU HAYATTA.
Üşüdüm bu arada. 2. ve 3. günü epey serin geçti Diyarbakır'da. Gülümsüyorum bir yandan. Çünkü seviniyorum. Bu durum benim için daha az su kaybı demek, daha rahat oruç tutmak demek. "Normal" insan kadar. Çünkü ben anormalim su kaybı konusunda...
Şu sıralar gülüyorum Blog. Dışım; gözüm, kulağım, ağzım.. mutlu; ama içim değil. Değil işte. Bilmiyorum. Evet, Diyarbakır'a gelince böyle oluyor, onu da fark ettim. İlacımı bırakmak istiyorum. Sadece rahat bir şekilde üzülmek için, samimi bir şekilde üzüntümü yaşamak için bırakmak istiyorum; ama bırakamıyorum. Olur da yine krize bağlarsam evdekileri üzmeyeyim diye bırakamıyorum.
Üzüntümü bile yaşamıyorken, bazen merak ediyorum ne için yaşıyorum diye.
5 Haziran 2016 Pazar
Yoruldum
Şu anda ellerimin teri 2008'de yaşadığım ameliyattan önceki zamanlarımı bana hatırlatmaya çalışıyor gibi adeta. 2-3 yıl önce büyük bir sevinçle sahip olduğum iPhone'umu kullanmaktan tut da şu anda bu yazıyı yazmaya çalışırken çektiğim eziyete kadar tekrar aynı kabusu yaşıyorum resmen. Bu sonucu yaşayacağımı tabii ki söylemişti doktorum ameliyat olurken, ama yaşadığım aşırı terlemeye ek olarak tekrar bu durumun da eklenmesi beni böyle ellerimi ayaklarımı, hatta Dexter gibi bütün vücut parçalarımı kesip ayrı ayrı paketleyip buz gibi deniz sularına atmaya itiyor. Bunu şaka yollu gibi anlatıyor gözüksem de yapasım çok.
34-35 derece sıcaklık vardı bugün. Dünden beri yaşadığım sinir/moral bozukluğu, bununla birlikte aşırı terliyor oluşum, Ramazan'ın geliyor olması, annemin dönmemi beklemesi... daha gelecek sorunlarına gelmeden, beni öyle geriyor, öyle boğuyor ki anlatamam.
Şundan da yoruldum, başta ailem olmak üzere, hemen hemen herkesten gördüğüm tepki. Tamam anlıyorum, bir kısmı artık üzerinden inmemi bekliyor, bir kısmı tembel olduğumu düşünüyor, bir kısmı mücadele etmediğimi düşünüyor, bir kısmı bana üzülüyor, bir kısmı acıyor. Özetle bir şekilde kendi hayatımı kurmamı istiyorlar. Ben ne b*k yiyorum peki sence Blog? Neyse.
İki arada kalma durumum var, bazen aşırı derecede nüksediyor. Ve yukarıda anlattığım, tamamen bana ait olan ve yalnızca benim anlayabileceğim sorunlarla birleşince daha da zor geliyor. Şu anda saat 00:12 ve hava sıcaklığı dışarıda 26 derece, ama içeride sanırım 28-29 derece. Ellerim vıcık vıcık. Buna da neyse.
Bazen dönüp bakıyorum kendime; Arif, sen kendin gibi birini ister miydin diye de soruyorum.
Ben de istemezdim sanırım Blog. Ne arkadaş, ne sevgili, ne eş, ne dost, ne oğul, ne de kardeş olarak... Çünkü hayallerinin ve yapabileceklerinin önüne çekilmiş olan setin nasıl bir şey olduğunu uzaktan bakınca ben de göremezdim kendim gibi birinin. O yüzden istemezdim belki de. Belki de işime böylesi gelirdi.
Yine de Allah böyle yarattıysa, O istiyor demektir en azından.
Hoş geldin Ramazan. Ben yokum bir süre Blog.
34-35 derece sıcaklık vardı bugün. Dünden beri yaşadığım sinir/moral bozukluğu, bununla birlikte aşırı terliyor oluşum, Ramazan'ın geliyor olması, annemin dönmemi beklemesi... daha gelecek sorunlarına gelmeden, beni öyle geriyor, öyle boğuyor ki anlatamam.
Şundan da yoruldum, başta ailem olmak üzere, hemen hemen herkesten gördüğüm tepki. Tamam anlıyorum, bir kısmı artık üzerinden inmemi bekliyor, bir kısmı tembel olduğumu düşünüyor, bir kısmı mücadele etmediğimi düşünüyor, bir kısmı bana üzülüyor, bir kısmı acıyor. Özetle bir şekilde kendi hayatımı kurmamı istiyorlar. Ben ne b*k yiyorum peki sence Blog? Neyse.
İki arada kalma durumum var, bazen aşırı derecede nüksediyor. Ve yukarıda anlattığım, tamamen bana ait olan ve yalnızca benim anlayabileceğim sorunlarla birleşince daha da zor geliyor. Şu anda saat 00:12 ve hava sıcaklığı dışarıda 26 derece, ama içeride sanırım 28-29 derece. Ellerim vıcık vıcık. Buna da neyse.
Bazen dönüp bakıyorum kendime; Arif, sen kendin gibi birini ister miydin diye de soruyorum.
Ben de istemezdim sanırım Blog. Ne arkadaş, ne sevgili, ne eş, ne dost, ne oğul, ne de kardeş olarak... Çünkü hayallerinin ve yapabileceklerinin önüne çekilmiş olan setin nasıl bir şey olduğunu uzaktan bakınca ben de göremezdim kendim gibi birinin. O yüzden istemezdim belki de. Belki de işime böylesi gelirdi.
Yine de Allah böyle yarattıysa, O istiyor demektir en azından.
Hoş geldin Ramazan. Ben yokum bir süre Blog.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)